16.04.2019

38. İstanbul Film Festivali Günlükleri – 8

BOLSAE – HOUSE OF HUMMINGBIRD (SİNEK KUŞU)

Ailesi içindeki ilişkilerin hiç de iyi olmadığı on dört yaşındaki bir kızın birine bağlanma çabası film boyunca oldukça doğal bir şekilde anlatılıyor. Ergenliğinin en sarsıcı noktalarından birini yaşayan bir genç kızın ilk aşkı, arkadaşlık ilişkileri, aile ilişkileri ve sorunları yönetmen tarafından bir ilk filme göre her yönüyle ele alınmaya çalışılmış. Uzun süresini bu yönden iyi kullanmayı başaran yönetmen maalesef filmin belirli noktalarındaki temponun yavaşlaması sorununa çare bulamamış olacak ki bu bölümlerde filmdeki hikaye yerinde sayıyor. Karakterin kendini yalnız olarak gördüğü anda tutunacak bir dalın filmde bir anda belirmesi ve bunun üzerinden gelişen olaylar döngüsü filmin ana iskeletini oluşturuyor. Ağır temposuyla tuzak olabilecek Uzak Doğu yapımlarına çok benzemeyen film, özellikle başrol karakterinin her yönüyle altı doldurulan kişiliği ile son derece doyurucu bir karakter sunuyor. Ailesi içinde anne ve babasının çektiği huzursuz bireylerin başını, başına buyruk bir abla ile kız kardeşine dayak atan sorumsuz bir abiyi barındıran filmde olayların akışı aceleye getirilmeden ayrıntılarla bezenerek yansıtıldığı için seyirci de adeta roman okuyormuş hissine kapılıyor. Başarılı hikaye anlatımı ve karakter işlenişi ile öne çıkan film, izleyiciye umudun yanında hayal kırıklığını da aşılamayı başaran bir yapım.

GENÈSE – GENESIS (BAŞLANGIÇTA)

İki kardeşin aşk hikayeleri içinde savrulmasını hayal kırıklıkları, acılar, üzüntüler ile anlatmaya çalışan film senaryo anlamında ortalamanın altında kalıyor ne yazık ki. Parça parça ilerleyen akış içinde karakter dahil olmak üzere hikayenin temelini yarım yamalak anlatan film, uzun süresini hiç efektif bir şekilde kullanamıyor. Yer yer temposu oldukça düşen ve seyirciyi salondan çıkaracak noktaya getirmesi ile hatırlanacak film son 15-20 dakikası ile de başka bir doğrultuda ilerleyerek finalini oldukça sönük ve alakasız bir biçimde yapıyor.

CHUVA É CANTORIA NA ALDEIA DOS MORTOS – THE DEAD AND THE OTHERS (ÖLÜLER VE DİĞERLERİ)

Doğal seslerin ağırlıkta olduğu bir açılış yapan film, ilk dakikalarında son derece kısıtlı diyaloglar ile konuyu görüntüler üzerinden anlatmayı tercih ediyor. Babasının ölmesi ile kendisine şaman yolu açılan bir gencin içinde bulunduğu çatışma durumu film boyunca hikayenin ana omurgasını oluştururken bunun yanı sıra kent-taşra arasındaki çatışma üzerinden de ilerlemeyi başarıyor. Dünyanın ücra köşesindeki bir köyde yaşayan kabilenin yaşam tarzları ve ölülerine yapmış oldukları törenden kesitleri de içeren film aynı zamanda bu ritüelleri en doğal haliyle anlatması bakımından belgeselvari bir nitelik de taşıyor. Görüntü yönetmenliğinin ön planda olduğu filmde hiç müzik kullanımının olmaması da filmin doğallığına büyük katkı sağlıyor. Yerli kişilerin yer alması ile tüm doğallığı yansıtan film, dünyanın bir ucunda yaşayan ve hiç haberimizin olmadığı toplumlara da bakış atmamız açısından belge niteliğinde bir yapım.

Bu yazıyla beraber toplamda sekizinci festival günlüğü yazımın sonuna gelmiş bulunmaktayım. Bütün bir festival boyunca sizlere izlediğim filmlerin değerlendirmesini yaptım ve ayrıca festivalde izleyebileceğiniz filmler hakkında önerilerde bulunup sizlere de filmleri seçmeniz konusunda elimden geldiğince yardımcı olmaya çalıştım. Bu süreçte her ne kadar sürç-i lisan ettiysem affola diyorum ve 39. İstanbul Film Festivali’nde görüşmek dileğiyle film dolu yarınlar diliyorum.