30.05.2017

En Sevdiğim Hitchcock

The Birds (1963)

[youtube url=”http://www.youtube.com/watch?v=D15HPy4x73g”]

“Kuşlar insanlara saldırır mı?” sorusuna “Birds” filmiyle cevap veren usta yönetmen Alfred Hitchcock, bazen tehlikenin çok yakınımızda olduğunu dile getirerek, tehlikeye karşı önlem almamızın önemli olduğunu vurguluyor. “Tehlike aniden kapınızı çalar” diyen Hitchcock, tehlikeyi kapıdan içeri almamamız için bizi uyararak, içimizdeki korkuya yenik düştüğümüz takdirde olayların sarmaşık misali ayaklarımıza dolanacağının altını kalın bir şekilde çiziyor. Alfred Hitchcock’un en çok konuşulan filmleri arasında yer alan “Birds”, gerilim motiflerini hikâyenin geneline yayarak, doğanın insanlardan öç almasını konu alıyor. Hitchcock insan ve doğa arasındaki bozulan dengeyi ön plana alarak, vahşi olmayan hayvanların bile bazı nedenlerden ötürü insanlar kadar vahşi olabileceklerini simgeliyor. Ürkütücü bir filme damgasını vuran Hitchcock, ani korku efektleriyle seyirciyi hop oturup, hop kaldırırken sahne aralarına serpiştirdiği ses efektleriyle odağımızı başka yöne çekiyor ve tüylerimizin diken diken olmasına neden oluyor. Filmi Daphne du Maurier’in aynı adlı kısa hikâyesinden beyazperdeye adapte eden Hitchcock, technicolor sistemini ustaca kullanarak sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri ile bizi baş başa bırakıyor. Tippi Hedren’in müthiş oyunculuğu da filmin en büyük artısı!

Arzu ÇEVİKALP

.

Alfred Hitchcock, dünya sinemasının en yenilikçi yönetmenlerinden biri. Hitchcock 20. yy modernizminin sinema’da hayat bulmuş hali gibi. Özellikle gerilim ve korku filmlerinde çığır açan Hitchcock sinema da paralel kurgunun dehalarından. Kendisinden sonra gelen bir çok yönetmeni etkilediği gibi , seksen senelik ömrüne yetmiş civarında film sığdıran ustayı saygıyla anıyoruz. Benim için Hitchcock demek biraz da “Kuşlar” demek. Sanırım ilk seyrettiğim filmi olmasının da büyük etkisi var. Daha sonra Vertigo , Sapık ve Arka Pencere filmlerine âşık olsam da “Kuşlar” hep bambaşka bir yerde kaldı. Çocukluğumun soğuk gecelerinden biriydi. O zamanlar TRT 2’de cuma geceleri muhteşem filmler yayınlanırdı. Hitchcock bu dünyayı terk-i diyar eyleyeli on sene olmuştu, ben de sadece sekiz yaşındaydım. Bir film seyrettim tabi hayatım değişmedi ama kuşlara bakış açım kesinlikle değişti. Fellini’ye gör bir tür “kıyamet şiir” olan Kuşlar filmi; Hitchcock’un Daphne du Maurier’in aynı adlı öyküsünden esinlenerek çektiği bir baş yapıt. Doğa’nın insan oğlundan intikamına dair çekilen onlarca filmin atası olan “Kuşlar”, çok farklı okumalara açık bir film. Filmin içinde birbiri içerisine geçmiş iki hikaye mevcut. Biri tüm kenti saran kuş saldırıları diğeri ise Melanie ile Mitch arasındaki ilişki ve bu ilişkiye sürekli müdahale eden Mitch’in annesi Lydia’nın süper ego patlamalarıdır. Filmin esas konusu Melanie ve Mitch’in ilişkisi özelinde bir ilişkide kadının ve erkeğin konumu olduğu halde kuşların saldırı bölümleri diğer hikâyenin yoğun bir şekilde önüne geçmekte, bizi gerçek hikâyeden uzaklaştırmaktadır. Bu da aslında usta bir yönetmen hilesidir. Filmin başlangıcında Melanie filmin temel öznesidir, filmi Melanie’nin gözünden görürüz. Melanie’nin baskınlığı kuşların saldırısıyla zayıflamaya başlar. Her saldırıdan sonra daha da pasifleşen Melanie, filmin sonunda erkekler dünyasına ve kuşlara teslim olur. Kana, göz yaşına ve yoğun dehşet sahnelerine yaslanmadan insanı gerim gerim geren “Kuşlar” çok aydınlık bir atmosferde bunu başarıyor. Kuşların saldırı bölümlerinde kurbanların hiç sesinin çıkmaması sadece kuş sesleri ve kanat sesleri duyulması ürkütücülüğü arttırıyor. Filmde hiç müzik olmaması, gerilim hissini sessizlikle pekiştirirken kurbanların atamadığı çığlığı bizim atmamızı sağlıyor. Çocuk gözlerimle kuşlara çok farklı bakmama sağladığı gibi her seyredişim de Hitchcock’a tekrar hayran olmamı sağlıyor….

Gökşen AYDEMİR

.

Sinema tekniği kusursuz gerilim filmlerininin en üretken, en büyük üstadı olarak, ‘popüler’ sinemasını ‘sanat eseri’ mertebesine yükselten, “cameo’sunu yidiğim” Alfred Hitchcock’tan bir tek film seçmek çok zor. Ben de yönetmenin, belki en beğendiğim değil ama -zamanında- en ürktüğüm filmi olan The Birds / Kuşlar’ı tercih ettim..

Çocuklarına düşkün, onlarsız bir hayatı düşünemeyen ‘başat’ bir annenin gölgesi altında yaşanan, başına buyruk gibi görünen ama annesini de boşlayamayan yakışıklı bir adam ile içinden geldiği gibi davranarak hayatta var olmayı seçmiş güzel bir kız arasında filizlenen aşk gibi, hiç acele etmeden, ağır ağır gelişen, ‘kuşlu’ bir gerilim..

Kuşların ya da hayvanların, ezelden beridir uğradıkları keyfi insan zulmüne ve soykırımına -mikro düzeyde de olsa- isyanıdır belki de bu..

Kulak tırmalayan sesleri hiddetli ve alaycıdır kuşların: “Şimdi de siz evlerinize / kafeslerinize kapanın bakalım, biraz da biz sizi ürkütelim, o tatlı canınızı yakalım.” der gibi..

Sonradan çeşitli örneklerle suyu çıkarılacak bir korku-gerilim türünün öncüsü de olan filmin benim açımdan değerli bir yönü de, müziksiz olması..

O uyduruk filmlerinin müziğini senfoni orkestrasına falan yaptırarak seyirciyi etkilemeye çalışan, günümüzün kifayetsiz muhterislerine ‘kapak gibi’ bir örnek..

Numan SERTELİ

.

Benim en sevdiğim Hitchcock filmi “The Birds (Kuşlar)”. Alfred Hitchcock’u eğer başlı başına bir jargon olarak kabul edecek olursak, şüphesiz Kuşlar bu jargonun alfabesini oluşturacak filmlerden biri olurdu. Yönetmenin “mac – guffin” diye adlandırdığı ve onun filmlerine özgü olan tekniğini filmin en başından sonuna kadar hissettiğimiz anlatıda, izleyiciye Hitchcock filmlerinin temelini oluşturan bir felsefe eşlik ediyor: “Yanı başınızda duran korku ve tehlike olağanüstü imajlarda değil; büyüklüğüyse bu formlarda hiç değil”. Yanı başımızda dolanan ve hiçbir tehlikenin yahut beklenen korkunç sonun kıvılcımlarını dahi bize hissettirmeyen kuşlar, bu kasvet ve anksiyete yüklü filmde insanlığın beklenen sonunu hazırlayan anti – hero modeller. Evren içinde sürekli değil süresiz olarak karşımızda duran bu canlılar ile birlikte adeta zorunlu bir klostrofobik eğilim içine gireriz. İşte burada film boyunca karşımıza çıkan pek çok soruyla birlikte temelde yatan sorulardan biri belirir: “Birlikte yaşadığın veya paylaştığın evrende nereye kaçabilirsin?” Standart kıyamet senaryolarında daha normalüstü ve korkunç benzeşimlerin eşlik ettiği anlatılardan farklı olarak realitik düzlemini minimal oluşumlar üzerinden inşa eden filmi, bu altında yatan ve elli yıl sonra bile düşündüren alt okuması ile sevmek; işte onu sevmek için boşuna bir sebep değil.      

Zekican SARISOY.