21.02.2017

!f Bağımsız Filmler Festivali Günlükleri – 5

The Eyes of My Mother

Amerika’nın şehir yaşamından, insanlardan uzak bir kırsalında anne ve babasıyla yaşayan Francisca, hayata ve ölüme karşı güçlü olsun diye diğer çocuklardan daha farklı yetiştirilir. İşte bir gün evlerine gelen genç adam bu farklı, uzak ama mutlu kovana çomak sokar. O günden sonra Francisca annesinin ona öğrettiklerinin de vasıtasıyla oldukça enteresan bir kişiliğe evrilir. Ölümden asla korkmayan, kendi başının çaresine bakabilen, oldukça güçlü Francisca’nın sadece bir korkusu vardır. O da yalnız kalmak… Ve yalnız kalmamak için asla gözünü budaktan sakınmaz. Aslında müthiş bir yalnızlık güzellemesi bu film.

Müthiş bir dram-gerilim olan The Eyes of My Mother, siyah-beyaz enfes görüntüleri, filmine mükemmel eşlik eden müzikleri, her anına yayılmış tekinsizlik hissi ile adeta sizi sarıp sarmalayacak. Yalnız eğer rahatsız edici sahneleri izleme eşiğiniz düşükse, bu filmi izleme konusunu bir daha düşünün derim. Zira tansiyonunuzun düşmesi, midenizin bulanması ya da kusmanız muhtemel olasılıklar arasında.

Tuba BÜDÜŞ

Psikolojik gerilim türünün en nadide örneklerinden biri olmaya aday The Eyes of My Mother, !f’in keşfedilmesi gereken filmlerinden. Yalnızlıkla yoğrulmuş bir hayata sahip olacak bir genç kızın daha çocukluktan başlayan garip eğitimi ve annesinin üzerinde bıraktığı etkiyi çok fazla açıklama eğilimine girmeden, davranışsal olarak gösterme yolunu seçen yönetmen Nicolas Pesce, henüz yirmi altı yaşında genç bir yönetmen. The Eyes of My Mother‘ın senaryosu da Pesce’ye ait. Bir sonraki filmini merakla bekleyebileceğimiz bir yönetmenle tanışmış olabiliriz.

Seçil TOPRAK

Everybody Wants Some!!

Richard Linklater bu kez seksenlerde kolejli bir beyzbol takımının gençlik hallerini bizlere sunuyor. Oldukça başarılı beyzbol oyuncularının, okulun ilk haftasındaki yaşantılarına bizleri konuk eden Linklater’in bir kez daha çocukluk ve gençlik yıllarına ne kadar çok özlem duyduğunu ve filmlerinde şiddetle bu yılları tüm güzellikleriyle yaşatmaya çalıştığını anlıyoruz. Bir beyzbol takımının hayatına konuk olduğumuzdan dolayı elbette oldukça eril bir film Everbody Wants Some!!. Belki de filmin benim açımdan tek kusuru bu olabilir.

Lakin benim gibi seksenlerde çocuk ya da genç olanların bu filmden etkilenmeme olasılığı pek yok gibi. Linklater, bu kez büyük lokma yiyen bir filmle değil de adeta koltuklarımızda otururken ağzımızda geveleyeceğimiz, tadı enfes bir çerezlik sunuyor bizlere. İzlerken yüzünüzden gülümsemenin eksik olmayacağını, bazılarınızın “Ah gençlik!” diye iç geçireceğinizi, bazılarınızın ise tamamen yabancı bir dünyayı keşfedeceği bu renkli, çılgın filmi kaçırmamak gerek. 68 Kuşağı’nın çiçek çocukları vardıysa seksenlerin de tam da Linklater’ın bizleri buluşturduğu gençliği vardı ama değil mi? Hay yaşa sen Linklater!

Tuba BÜDÜŞ

Richard Linklater’ın en iyi bildiği şey, gerçekten işlevsel diyalog yazmak. Filmlerini takip etmeyi zorlaştıracak denli konuşkan karakterler yaratmakta Linklater’ın üstüne yok kanımca. Bu tabiî ki bazı izleyicileri sıkabilir, yorabilir ancak benim Linklater sinemasında en sevdiğim yön bu. Üstelik yarattığı karakterlere kazandırdığı gerçek kimlik de birer kartonet değil yaşayan insan izlememizi sağlıyor perdede.

Everbody Wants Some!! Linklater’ın üniversite yıllarına denk gelen yıllara, 1980’lere götürüyor izleyiciyi. Nasıl ki Dazed and Confused, kendi yaşamının lise yılları gözlemlerine dayanıyorsa Everbody Wants Some!! da Dazed and Confused ruhunu üniversite günlerine, an azından başlangıcına, taşıyan bir film.

Seçil TOPRAK

Tanna

Yakın bir dönemde her bir taraftan kuşatılmış bir kabilenin, bir yandan adalarını işgal eden İngiliz ve Fransızlara bir yandan misyonerlere bir yandan da aralarında husumet olan diğer kabilelere karşı ayakta durma mücadelesi ve tüm bunlara eşlik eden bir aşk hikâyesi var karşımızda. Film elbette tüm bunları ayrıntılı bir şekilde dillendirmek yerine odağına daha çok ister Romeo ve Juliet ister Aslı ile Kerem hikâyesi diyebileceğimiz bir aşkı almakta. Lakin yaptıkları işin hakkını vermek isteyen yönetmenlerimiz aşk hikâyesini anlatırken bir kabilenin özünü nasıl korumaya çalıştığını, adaya yavaş yavaş sızan modern toplumun nasıl insanlığın özünü, özellikle de Hıristiyanlıkla yemeye çalıştığını etkileyici bir şekilde ortaya koyuyor.

En önemlisi tüm bunlara eşlik eden muhteşem görüntüler, yerli halkın doğaçlama bir şekilde ortaya koyduğu başarılı oyunculuklar ve müziklerle özellikle benim gibi kabilelere, şamanlığa karşı ilgisi olanları fazlasıyla cezp edecek bir yapım Tanna.

Tuba BÜDÜŞ

Oscar adayı olan Tanna biçim ve içerik olarak ayrı değerlendirilecek bir film. Harika görüntülerin olduğu, gayet iyi çekilmiş ve samimi hissiyatı geçiren film, içerik olarak ise özellikle bizim ülkemiz insanını etkilemekten çok uzak. Yeşilçam hikayeleri ve töre üzerinden ilerleyen aşk konulu filmleri anımsatan konusu bizim defalarca izlediğimiz şekilde karşımızda. Belki bir Avrupa ülkesinde bu hikâye ilgi çekici gelebilir ve gelenekler merak uyandırabilir ama bizim için bu anlamda yeni bir şey bulmak güç.

Onur KIRŞAVOĞLU

Zoologiya

Son dönem örneklerini daha sık görmeye başladığımız, karakterin bir hayvana doğru başkalaşım geçirmesi var yine karşımızda. Kuyruğu çıkan Natasha adlı karakter üzerinden, toplum tarafından farklı olanın nasıl hor görüldüğünü, dışlandığını açık ediyor film. Değişik olana tahammül edemeyen toplum, affedici olmayan ve şefkat göstermeyen din, sorunlarına çare olamayan devlet kurumları (hastane), kuralları çiğneyen, sahtekârlık yapan ve bir kurban seçerek tüm suçu onun üzerine atan sektörler ve daha niceleri… Tüm bunlar Zoologiya’da tek tek hedef tahtasına oturtularak, yüzlerine suçları okunuyor.

Güçlü bir alt metne sahip film, fazlasıyla çok metafor kullanmaktan çekinmiyor. Elbette başta karakterin sahip olduğu kuyruk olmak üzere hepsini de yönetmen Ivan I. Tverdovskiy, oldukça işlevsel kullanarak, yaptığı işin altından alnının akıyla çıkıyor.

Tuba BÜDÜŞ

Rolling Stones Ole Ole Ole!

Yıllarca ambargoya uğrayan ve gitar telini bile özleyen Küba halkının ayağına Rolling Stones geliyor. Hem de bir ABD başkanının 80 sene sonra ziyaret edeceği gün. Bu hikaye yeteri kadar ilgi çekiciyken, hem grup üyelerinin ilerleyen yaşına rağmen tutkularından bir şey kaybetmemiş olmaları, hem de Küba’ya giden yolda Latin Amerika ülkelerinin Rolling Stones’u kucaklamaları hem eğlenceli hem de duygu yüklü anlar vaat ediyor. Tabii onlarca kez dinleyip bıkmadığımız parçalar da cabası.

Onur KIRŞAVOĞLU

Moonlight

Berry Jenkins’in filmi bir büyüme öyküsünü en gerçek haliyle perdeye yansıtıyor. Şiirsel anların olduğu, diyalogların etkilediği ve uzun süre unutulmaz bir finale sahip Moonlight, oyunculukların kusursuzluğu ile de gücüne güç katıyor. Sinematografi ve müzikler de harika olunca film, mütevazi bir başyapıt olarak sinema tarihine geçiyor. Jenkins ise anlatı noktasında kendine has bir dil yaratıyor ve adını büyükler arasına yazdırmak için önemli bir adım atıyor.

Onur KIRŞAVOĞLU

Icaros – A Vision

Gerçek şaman ayinlerinin de içinde bulunduğu bu seneki festivalin en kendine has tarzı olan filmlerinden biri diyebiliriz. Filmin yönetmenlerinin Arjantinli olmasına rağmen dil kısmı görmezden gelindiğinde kendinizi ruhani bir Tayland filmi atmosferinde buluyorsunuz. Teknik açıdan Apichatpong Weerasethakul’un filmleriyle benzerlik gösteren atmosferi, Icaros’u şamanik ve hipnoz edici bir deneyime dönüştürüyor. Filmi izlerken ruhunuzun yerinden çıktığını ve transa geçtiğinizi hissediyorsunuz. Belki de bir terapi merkezinin tanıtım filmi de diyebileceğimiz film, yılın zorlayıcı yapımlarından denilebilir.

Haktan Kaan İÇEL

Oasis: Supersonic

Mat Whitecross yönetmenliğini üstlendiği bu müzik belgeseli, İngiliz İndie rock grubu Oasis’in nasıl üç senede bir hiçken hızlı bir şekilde zirveye çıktığını anlatıyor. Aslına bakarsanız tüm belgesel boyunca olayların tanıkları olan Oasis grup üyeleri ve birebir olaylara dahil olmuş kişiler tarafından belgesel anlatıldığı için, olayların gerçek kahramanlarını dinliyoruz. Bu model sayesinde belgesel aslında çok farklı bir hikâye anlatmasa da, 90’ların müzik ruhunu hissettirmesi açısından önemli bir işe dönüşüyor. Olayları gerçek kahramanların sesinden dinlemek ise samimi bir atmosfer yaratıyor. Oasis’i seviyorsanız zaten bu yazıyı okumadan önce de filme atlarsanız.

Haktan Kaan İÇEL

Destruction Babies

İlk filmi Yellow Kid ile pek sesini duyuramayan Tetsuya Mariko, günümüz gençliğinin sebepsiz şiddet ve popüler olma arzularını filminde yer verirken çiğ dövüş sahnelerini kullanmayı tercih ediyor. Sadece eğlence için suç işlemek ya da sınırlarını zorlamak üzerine insanları düşündürmeyi hedefleyen film, alt metin olarak bir yas filmi olarak da yorumlanabilir. Ana karakterlerinin bitmek tükenmez dövüş sahneleri seyirciyi bir süre sonra tekrara düştüğü hissiyle bezdiriyor. İyi noktalara temas edecekken, film hikâyesini belli yere bağlama becerisini layıkıyla gösteremiyor. Sonuç olarak film eleştirmek isterken eleştirilen konumuna düşüyor. Ama hakkını vermek lazım kimi sahnelerde seyirciyi hikâye olarak olmasa da, mizansen olarak hayrete düşürecek sahneleri mevcuttu diyebiliriz.

Haktan Kaan İÇEL