01.03.2021

Gosford Park: “En” Aşağıdakiler

“Bir sınıfı oluşturan nedir?” sorusunu sormadan önce “sınıf nedir?” sorusunu sormak isterim. Bu soruyu, “sınıf”ın anlamını belirlemenin yahut sınırlarının ne olduğunu bulmanın zor olduğunun farkında bir şekilde soruyorum. Çünkü çok genişletici bir şekilde yorumlanabilir ve bu kavramın içi o şekilde doldurulabilir. Bugün irdeleyeceğim filme paralel olarak ben “sınıf” kavramını daha soyut bir şekilde, statü ve bireyin toplum içindeki konumunu göz önüne alarak yorumlayacağım.

Ira Katznelson‘un sınıfın anlamı için ortaya attığı dört tanımdan birisi olan “sınıfların paylaştığı değerlerden çıkan kolektif eylem tarzına” vurgu yapmam gerekirse bu kolektif eylemlerin muhteviyatı bu kavramın anlam problemine bir cevap olacaktır.[i] Peki sınıfın ortaya çıkması bir zorunluluk mudur? Yahut bir sınıfın parçası olmak da mı bir zorunluluktur? Bu sorular kafamızın içinde dolaşmaya devam ederken biz bu soruları irdeleyip yanıtlar arayacağımız bir filme doğru yola çıkalım.

Robert Altman imzalı Gosford Park‘ı izlerken yukarıda sıralamış olduğum sorular dizginlen(e)meden zihnimizde ilerlemeye devam ediyor. Bu soru zinciri karşısında kilidi açacak bir anahtara ihtiyaç var. Kilidi açmadan önce ise bu zincire bir halka daha ekleyip konuyu daha da derinleştirecek olursam burada akıllara “sınıfa ne gerek var?” sorusu geliyor. En temelinde hepimiz insanız. Hepimizin statüsünün aynı olması gerekirken tarih içerisinde çeşitli sınıflar ortaya çıkmıştır. Ve hala daha çıkmaya devam etmektedir. Tarihe kaba bir şekilde şöyle bakacak olursak, sınıf ayrımında ikili kavramsallaşma temelli bir sınıflandırma görürüz. İrdeleyeceğimiz filmde de böyle bir sınıflandırma var.

Film bizi 1932 yılına İngiltere’ye götürüyor. Gosford Park isimli malikanedeki bir davete konuk oluyoruz. Bu davette her şey normal bir seyirde giderken davetteki birisinin ölümü işleri karıştırır. Bu keyifli ilerleyen davet bir anda kabusa döner. Malikaneye dedektifler gelir, bir cinayet soruşturması başlar.

Aşağıdakiler-yukarıdakiler filmi

İşte Gosford Park sıradan bir polisiye filmi konumlanışında gözükse de aslında sıradan bir polisiye filmi değil. Altman bize İngiliz aristokrasisinden bir kesit sunarak, “aşağıdakiler-yukarıdakiler” filmi izletiyor. Filmin özneleri hizmetçiler. Gosford Park‘ta hizmetçisi olmayan sadece bir kişi var o da bunu dillendirdiğinde, etrafından ona yönelen “kınama” bakışları altında kalıyor. Hizmetçinin olmamasının o dönem olağan dışı olduğu, efendiyi efendi yapan bu aristokratik düzen imgeleştirilerek bizlere sunuluyor. Öyle bir düzen ki, uşaklar hizmet ettikleri kişilerin adlarıyla çağrılıyorlar. Bu aristokratik düzen sadece bundan da ibaret değil. Aşağıdakiler ile yukarıdakiler de kendi içinde bir hiyerarşiye sahipler. Bu hiyerarşi deyim yerindeyse gözümüze sokuluyor. Filmin temeline aldığı şey de bu hiyerarşi zaten. Alt sınıf da kendi içinde alt ve üst olarak ayrılıyor ve “en aşağıdakiler” sınıfı ortaya çıkıyor. Filmi bu sınıfın gözünden seyrediyoruz.

Filmde Altman; cinayet-şüpheliler düzlemini, anlatmak istediğini anlatacağı bir bağlam olarak kullanmıştır. Hizmetçiler, hizmet etme işleri bittikten sonra bile kendi aralarında kurdukları diyaloglarına efendilerini almaları onların hayatlarının merkezinde kendilerinin dahi olmadığının bir göstergesiydi. Bunun aslında doğru olmadığını fark edenlerden birisi Elsie’ydi. Elsie’nin “Niye hayatımızı onların arasında geçiriyoruz?” söylemi Altman’ın bize zuhur etmesini istediği temel mesajlardan biriydi zannımca. Filmde katil kimden ziyade bu alt-üst sınıf ilişkisi kapsamında alttakilerin hayata ve kendilerine yabancılaşması vurgulanmaktaydı. Filmin sonunda da bu alttakilerden birisi olan Elsie’nin yeni bir başlangıca doğru yelken açması bu yabancılaşmadan kurtulma yolunda bir adım attığını gözler önüne sermişti. Bir başka “üstteki” hizmetçilerden birisinin ise “Ben mükemmel hizmetçiyim. Benim hayatım yok ki.” söylemi de madalyonun diğer yüzünü ortaya koyuyordu.

Film içinde film

Altman filmlerinin en doyurucu yönlerinden birisi diyaloglarının zengin bir içeriğe sahip olmasıdır. O diyalogların içinde bir derya gizli. O derya da filmin muhteviyatı hakkında bize ipuçları vermekte. Filmdeki o yönetmeni dikkatle izlediğimizde filmi çözüyoruz. Altman bize “The Player” (Robert Altman, 1992) filminde gördüğümüz bir şeyi tekrar sunuyor: Filmin içinde, başka bir filmle filmin kendisini anlatmak. Bunu o kadar yerinde ve ustalıkla yapıyor ki izlerken zevkten dört köşe oluyoruz. Ayrıca o yönetmenin davette filmini anlattığı sırada sonunu ilk başta gizli tutup akabininde Kaliforniya ile yaptığı telefon görüşmelerinde kendi filminin -dolaylı olarak Gosford Park’ın da- sonunu arka planda bas bas bağırması ise dikkatli bir seyircinin gözünden kaçmayacaktır.

Gosford Park’taki ironiler bununla da bitmez. Film, edebiyat ve sinema dünyasında resmedilen bir “prototip” örneği şeklinde olan dedektiflere de ironiyle yaklaşır. Dedektifin de bir yardımcısı(aslında uşağı) vardır. Ve o uşak cinayetle ilgili yakaladığı bulguları ifade edince dedektif onu hiç sallamaz. Çünkü dedektif o sırada -ağzında pipo- şüphelilerle konuşmaktadır. Pipo ona hava katmaktadır çünkü dedektifler her zaman havalıdırlar. Nihayetinde konaktan ayrılırken dedektifin klişe bir şekilde “Onu -yani katili- bulacağım.” demesi de bu havalı olmanın getirdiği bir neticedir.

Film bitişe doğru ilerlerken en başta “sınıf” üzerine sorduğum bazı sorulara film bağlamında cevaplar geliştiriyoruz. Bayan Wilson, “Ben mükemmel bir hizmetçiyim. Benim hayatım yok.” derken “aşağıda” olmanın bir zorunluluk olduğunu ifade ediyordu aslında. Bir nevi öğrenilmiş çaresizlik söz konusu da denilebilir. Bu zorunluluktan kurtulmak imkansız mı? Elsie için değildi. O, yeni bir başlangıç yapmak için gitti, peki kalan “aşağıdakiler” ne yapacaklar? Aşağıda olmaya devam etmek dışında başka bir seçenekleri olmasa gerek. Yukarıdakiler kalanların bu zorunluluğuna ilişkin bir şey yapıyor mu? Bir şey yapmaları bir yana onların neyle boğuştuklarından bihaber şekilde yaşamlarına devam ediyor. Hem bir şey yapsalar bile bu hangi amaca hizmet eder ki? Aşağıdakiler nihayetinde kendi hayatlarını yaşa(ma)makla iştigal etmeye devam edeceklerdir.

[i] Dennis Dworkin, Sınıf Mücadeleleri, Çev: Utku Özmakas, İletişim yay, 2012, s.23.