06.05.2016

Karakter Mutfağı: Sevilay ve Celal

“Oğlum Ellerini Yıkadın mı?”

Yeni Türkiye sinemasının kalıbına iyiden iyiye oturan geleneksel motif ve folklorik ögelerin çokça hissedildiği filmsel yapı, belki de içinde bulunduğumuz ülke sinemasının içine düştüğü, daha doğrusu düşmekten kendini alıkoyamadığı bir çıkmazın içinde. Üretilen işler ne kadar özgün, ne kadar sinematografi anlamında iyi işler olsa da bu pozitif artıların tıpkı bir ülke hava sahası gibi başı ve sonu baştan belirlenmiş bir şeritle çevrili olması, anlatıyı haliyle bu sınır çizgisinin dışına çıkmak bir yana içinde dönüp, dolaşan ve bütün derdini kendi içinde başlatan, karmaşaya sokan ve son noktayı koyan bir saha çalışmasına çekmekte. Hal böyle olunca tartışmanın çoktan sonuca bağlandığı ve bittiğine inandığımız sinema ve sinemanın bir dil olduğu bütünleşik yapısı, bir kayranın sadece o kayranın içinde yüzenlere dokunduğu bir imajı beraberinde getiriyor. Her ne kadar doksanlı yılların başlangıcı itibariyle eskiye nazaran yoğun bir kırılma eğilimi görsekte, söz konusu kırılma daha tam anlamıyla olmuş değil. Kısaca özetleyecek olursak Türkiye Sineması’nın beslendiği kültürel ve sosyolojik eksen sinema dilinde bir beslenim kaynağı değil daha ziyade ana eksenin bütünleşik yapısının bir toparlayıcısı. Özünde araç olarak görme ediminin pek tabii olacağı ve buna kayıtsızlığın zaten mümkün olmadığı bir resmin tasviri içine girsek de, bu tasvirin bir bakmışız ana kontrol mekanizması haline gelmiş olduğu tarafı ise tek bir soruyu gündeme taşıyor: “Bu dil evrensel mi?”. Sadece bu ülkede soluk alıp, verenlerin algı muhakemesi yapacağı bir sinema diline hapsolmuş ve başta bahsini geçirdiğimiz sıyrılmışlığın daha henüz kıvamına gelmediği bir film dilinden bahsediyoruz. Bahsettiğimiz şey bu tarafın rahatlıkla kaydırılabileceği, bu ülkenin ucuna kıyısına dokunmayan öyküler anlatma pratiği değil elbette. Sözünü ettiğimiz yegâne şey, kültürel geçmişi ve bu geçmişin yekpare yapısını olduğu gibi taşıma gayreti. Taşınabilir bu ölçeği geçtiği zemini unutmadan ama o zemine kendini teslim etmeden anlatan bir hikâye var bu hafta Karakter Mutfağı’nda. Bir elektrik tesisatının modellemesi gibi tek evrenin iki karakteri: Sevilay ve Celal’ın hikâyesi.

Yönetmen Yağmur ve Durul Taylan kardeşlerin fazlaca yakın zaman Fransız absürd komedi anlayışını benimsediği, dahası bu anlayışa fazlaca hayran kaldıklarını hissettiğimiz bir yapının iki karakteri bu haftaki konuklarımız. Türk öykülemine ve komedi durağının alt sekment anlayışına iyice adapte edilmiş Sevilay ve Celal karakteri bu anlayış ile beslenen ama iplerin hâkimiyetinin büsbütün onlarda olduğu bir simülasyonda karşımıza çıkıyor. Anadolu diye tabir edilen taşra bölgesinde bir kasabada tek çocukları ile yaşayan çiftimiz birbirlerinden sakladıkları ve tek sırdaşlarının kendileri olduğu bir kozmos yaratmıştır. Yarattıkları bu evrende her şey üstü kapalı bir şekilde ve ne sevince, ne de üzüntüye açık kapı bırakan bir yörüngede ilerlemektedir. Mutsuzluklarının formülünü kendileriyle baş başa kaldıkları anlarda saklı fenomenleri ile gideren Sevilay ve Celal ikilisi, Celal’in Samsun’a giderek bir çeşit eğlence anlayışında kendine yer bulması ile Sevilay’ın ise nereye konduracağını bilemediği saklı para çantası ile aksiyonunu yaratmaktadır. Yaşanmayan seksist duyguların dışarıda arandığı egemen iradede, bu iradeyi eylemsel boyutta yaşayan tek kişi ise çocuklarıdır. Ama bu eylemsellik yaşanmadan veya yaşanması mümkün olmayan bir şey gibi her an ket vurulmaya açıktır. Duygularını her fırsatta yakalandığı ama bir türlü vazgeçemediği bilinciyle çerçeveye taşıyan genç adam, mastürbasyon yapsa da yapmasa da uyarıya her daim muhatap kişi olur: “Oğlum ellerini yıkadın mı?”.

Karakterlerin birbirlerini bir çift ilişkisi içinde ne sevdiğine, ne de nefret ettiğine yahut birbirlerinden büsbütün bıktıklarına emin olamıyoruz. Her ne kadar Celal’ın eşini öldürme girişimine tanık olsakta bunu bir duygu kalıbı içinde zemine koymamız pek mümkün değil. İş bu ya öylesine bir uçurumdan sadece sıyrıklarla kurtulup, üstelik bir anda beliren Sevilay, bu absürd komedide zorunda kalınan birlikteliğin yine katlanılması zorunlu kılınan mücadele anlayışına dokunur. Karakterlerin bir yandan bir huzur evi inşası için çalıştığı yapı ise kaçtıkları noktada nereye gideceklerini kestiremediğimiz bu insanların gidecekleri rotayı kendilerinin belirledikleri zemine ışık tutmakta. Yani bir bakıma eldeki soru dağarcığını az buçuk azaltmakta. Geleneksel olan ile Batı’ya ait olan ögelerin yan yana, birbirlerinden uzakta olmak yerine daha bir keskin geçişle verildiği karakter uzamı, bu anlamda da modernist kalıp ile geleneksel kalıp arasında birliktelik aidiyeti bakımından hiçbir fark olmadığı vurgusunu her fırsatta dile getiriyor. Bu faktör duvara asılan birkaç tablodan tutunda, gizliliğin gizlenmeye çalışıldığı çantalara kadar süregelmekte. Masaya hangi kitabı koysak dahi bu birliktelikte mutlak belirsizliği hat safhada yaşayacağımız Sevilay ile Celal’in “sarı” dünyasında bir otomatik kapının değil ancak vavien elektrik hattının başladığı ve bittiği nokta kadar ışıldak bir hayat bu; tek ışık, çift akım. Kaçışın ve arananın bilinmezliği eşiğinde aydınlatılan bir yer; ne mutlak, ne de sonsuz.