21.12.2016

Kötü Filmler

wuthering heights

Alkım DOĞAN

Wuthering Heights (1992)

İsmi gibi uğultulu karakterlerden oluşan ve sinemaya uyarlanması cüret gerektiren bu gotik roman şaheseri yine de Emily Bronte’yi mezarında birkaç kez ters döndürecek kadar kötü uyarlama görmüştür. Bunlardan bence en kötüsü daha oyuncu seçimiyle baştan kaybeden Peter Kosminsky uyarlamasıdır. Juliet Binochet fazlasıyla yumuşak başlı bir Catherine karakteri çizer. Fakat asıl sorun şimşekler çakarken boş mezarlıklarda dolaşan, Viktorya dönemi serserisi ve gelmiş geçmiş en büyük arızalı aşık olan Heathcliff karakteridir. Yabani ruhlu ve karanlık duyguların adamı Heathcliff, biraz önce piyano çalmaktan geldiğini düşündürten salon erkeği haliyle Ralp Fienness tarafından canlandırılır. Ralph Fiennes, mezarlıklarda dolaşmak bir yana hava kötüyse evinden dışarı adımını atmayan seramik fincanında çayını içen bir adam hissi verir. Film, Heathcliff’in karmaşık iç dünyasını yansıtmakta başarısız olduğu gibi Catherine’le ilişkisini de yavan bir aşk hikayesine dönüştürür, aralarındaki nefretle tutku arasında gidip gelen karmaşık ilişkiden kaynaklanan gerilimi sinemada ifade etmek üzerine neredeyse hiç çaba harcanmamış olduğunu düşündürtür.

Troy

Truva, bana göre Hollywood’un epik hikâyeleri görsel bir şova dönüştürüp hikayenin içeriğini boşaltarak sunduğu görkemli uyarlamalardan (ve kötü filmlerden) biridir. Bu filmlere göre antik dönem, er kişilerin heykelsi vücutlarıyla etrafta poz kestiği, farklı kaslarını çalıştıracağı antik dönem faaliyetlerinde (savaş, dövüş gibi faaliyetler) bulunduğu bir zaman dilimidir, arada da iyi kötü bir şeyler yaşanır fakat hiç bir karakter derinliği, duygu çelişkisi göremeyiz. Bu nedenle Truva’da tarihi bir hikayeye ve insan doğasının asırlardır değişmeyen yönlerine tanık olmanın keyfinden çok bir antik çağ setinde tepişen Brad Pittgillerden adamları ve Hollywood yorumuyla o güzide sandaletler başta olmak üzere antik dönem sokak modasını izleme şansı buluruz.

https://www.youtube.com/watch?v=v67K9pJsjbQ

Mary Shelley’s Frankenstein

Film, kitabın aslına sıkı sıkıya bağlı kalmaya çalışmasına rağmen beklentiyi karşılamayan adaptasyonlara iyi bir örnektir. Robert de Niro hayatının en yanlış rolünü bu filmde almış olabilir. Oyuncu, hikayenin felsefesindeki derinliği yansıtan bir karakter ortaya çıkaramadığı gibi, bütün çabalara ve kafasındaki asimetrik dikişlerine rağmen sinema seyircisinin ilgisini cezbedemeyen bir yaratık portresi çizer. Eli yüzü düzgün Shakespeare uyarlamalarıyla bilinen Kenneth Branagh bu uyarlamanın hakkını veremez. Filmdeki bilim insanı Frankenstein rolü ise hiç üstüne oturmaz. Adeta mahalle arkadaşları “sen yaparsın, aslansın” demişler, o da havaya girmiş, aksiyon filmine hazırlanırken yanlışlıkla başka sete düşmüş, tişörtünü çıkararak ha bire kendini göstermeye çalışan –teşbihte hata olmaz- yeniyetme oyuncu gibidir. Belli ki kendi yönettiği filmde “cazibesiz” bir bilim adamı olmayı pek göze alamamıştır.

The Scarlet Letter

Mezarında en çok ters dönmeyi hak eden biri varsa o da sadece bu film yüzünden Nathaniel Hawthorne’dur. Kızıl Damga uyarlama olduğu göz ardı edilerek de kötü bulunabilecek bir film olma niteliği taşır. Demi Moore’u da “küçük bir kasabada cinselliğini keşfeden bir kadının hikayesi” diye kandırmış olsalar gerek ki o da film boyunca sırtına konan A işaretine rağmen trajedisinden habersiz özgür ruhlu kasaba dilberi havasından ödün vermez. Kızıl Damga bir kadının toplumun değer yargılarına göre farklı davrandığı için dışlanmasını anlatan trajik bir hikayeyken Roland Joffe’un elinde parodileştirilmiş, püriten ahlakın temsil edildiği bir kurtarıcı masalına döner. Tabii ki filmin sonunda kitaptakinin aksine suçlular cezasını bulur ve iyiler bir ömür mutlu olur.

Gölgesizler

Ümit Ünal’ın farklı denemelere giriştiği filmi, Hasan Ali Toptaş’ın fantastik öğelerle dolu kitabının şiirsel tadını yakalayamayan ve seyirciyi dünyasına almayan bir film. Kimi etkileyici sahnelerine ve insanın zihnine kene gibi yapışan, hatta bazen fazlasıyla yapışan repliklerine (Kar neden yağar) rağmen kendini anahtarların özenle saklandığı, çok kapalı bir dünyaya hapsediyor. Filmin karakterleri de fantastik köy mekanıyla bir türlü örtüşmüyor, o yüzden sözleri müsamere repliği gibi kendileri de biraz yersiz yurtsuz kalıyor. Yabancılaşma etkisi etkin bir biçimde kullanılmıyor. Öyle ki insana sahne gerisinden biri çıkıp “şaka yaptık” diyerek kötücül kahkahalar atacakmış gibi geliyor.