22.02.2021
Nomadland: Etkileyici Bir Yalnızlık Senfonisi
“Ben yurtsuz değilim, sadece evsizim.” – Fern, Nomadland
Nomadland (2020), gazeteci-yazar Jessica Bruder’in “Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century” adlı kurgusal olmayan kitabından uyarlanmış. Yönetmen Chloe Zhao’nun her ikisi de film festivallerinden bol ödülle dönen Songs My Brother Taught Me (2015) ve The Rider (2017) filmlerinden sonra üçüncü uzun metrajı olan Nomadland, Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’ne layık görülmüştü. 39. İstanbul Film Festivali’nde Filmekimi Galaları kapsamında izleyicilerle buluşan film yarı belgesel nitelikte ancak seyircinin neyin kurgu neyin gerçek olduğunu anlamasına olanak vermeyecek kadar ince örülmüş bir senaryoya sahip.
2007-2008 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’ni kasıp kavuran finansal kriz fırtınasında pek çok şirket batmıştı. Bunlardan biri de Empire. Empire alçıpan üreten bir şirket. Nevada’da çölün ortasında, sadece çalışanların yaşadığı suni bir kasabanın odak noktası olan Empire fabrikası 2011 yılında kapandıktan sonra yüzlerce fabrika çalışanı işsiz kalmış ve evlerini terk etmek zorunda kalmışlar. Bu trajik olaydan yola çıkan film, posta kodu bile kayıtlardan silinen bu yerde önce kocasını sonra evini kaybeden ve minibüsten bozma karavanı ile yollara düşen kurgusal karakter Fern’in (Frances McDormand) hikayesini anlatıyor.
Göçebeliğe Samimi Bir Bakış
Fern, Amazon’un depolama, paketleme ve kargolama merkezinden, pancar şekeri toplama tesisine, oradan turistik bölgelere, ve çölde kamp alanlarına uzanan bir yolculuğa başlar. Paraya ihtiyacı oldukça günlük olarak çalıştığı bu mekanlara bağlanmadan göçebe hayata adapte olmaya çalışır. Fern kendisini en iyi yolculuk halindeyken hisseder. Hareket halinde kalma durumu ona artık kavuşamayacağı eski yaşantısını özleme fırsatı vermez çünkü o yaşantının, yanında eşi olmadan bir anlamı da yoktur artık. İsmi İngilizcede eğrelti otu manasına gelen Fern, adının hakkını vererek dünyanın neredeyse her yerinde yaşam alanı bulabilen bu zehirli bitki gibi uyumlu bir uyumsuzdur. Bu yolculukta ona eşlik edenler ise üzerine titrediği eski bir yemek takımı, bir şekilde yollarının kesişip durduğu diğer göçebe arkadaşları ve anılarıdır.
Göçebelik olgusunun, özellikle son zamanlarda, savaşlar ve ekonomik sıkıntılar yüzünden evlerinden, yurtlarından olmak zorunda kalan insanların trajedileri vesilesiyle çok daha fazla görünür olmaya başladığı bir gerçek. Öte yandan sistemle sorunu olan, varlıklı oldukları halde minimal yaşam tarzını benimsemeye başlayan insanların sayısı da gün geçtikçe artmakta. Ancak Nomadland’deki göçebe güruh, içinde bu tip insanlardan barındırsa dahi, daha çok kendi istekleri dışında sistem dışına atılmak zorunda kalan kişilerden oluşuyor.
Ey Özgürlük!
Aslında Nomadland, Fern karakteri üzerinden, göçebeliği ve ABD’nin tarihsel sürecinde doğru düzgün bahsi bile geçmeyen, es geçilen, üzeri örtülen bir göçebe topluluğunu görünür kılmayı da amaçlıyor. Amerika’nın göçebe toplulukları aslında oldukça büyük bir nüfus. Ülkenin yollarında, açık alanlarda, ve ıssız ormanlarda yaşıyorlar. Bir nevi kabileler topluluğu denebilir ve Zhao gerçek bir göçebe topluluğunu ve üyelerini filmine konuk ederek filmin yarı belgesel havasını pekiştiriyor.
Zaten Fern ve sıklıkla karşılaştığı yol arkadaşı Dave (David Strathairn) dışındaki bütün karakterleri gerçek göçebeler canlandırıyor ve bu çok heyecan verici. Bu göçebeler çoğunlukla 50 yaş üstü ve genelde karavanlarında, yalnız yaşıyorlar. Bir araya geldiklerinde ise büyük bir dayanışma ruhu içine giriyorlar. Göçebe topluluğunun kadim üyelerinden biri de Swankie. Swankie’nin Fern ile paylaştığı yarı gerçek yarı kurgu hikayesini dinlerken onun gözünden göçebeliğin ne demek olduğunu, kıyıya itilmiş gibi görünen bu insanların aslında kimsenin yardımına muhtaç olmadığını ve biraz da bunun bir seçim olduğuna tanık oluyor seyirci.
Fern ıssız yollarda direksiyon sallarken karşısına çıkan insanlar, kendi sıcacık evinde yaşayan kardeşi de dahil olmak üzere, ona yardım eli uzatmak istiyor. Ancak Fern kurban olarak görülmemeye kararlı zira kendi kendine yetme becerisine güveni yüksek ve geriye dönemeyecek kadar özgürlüğüne düşkün.
Zhao’nun film boyunca gri, mavi ve sarı tonlardan oluşan paleti bu yalnızlık senfonisinin verdiği mutlak huzursuzluk hissini pekiştiren öğelerden. Görüntü yönetmeni Joshua James Richards’ın kamerasının bütün görkemiyle kayda aldığı en güzel gün doğumları ve batımlarıyla uçsuz bucaksız Amerikan bozkırları doğa ile yeni yeni barışmaya çalışan insanlığa kaybettiklerini hatırlatıyor.
Filmin kurgusal iki karakteri Fern ve Dave’e gelince. Frances McDormand’in ne kadar yürek yakan bir oyuncu olduğu malum. İçinde yer aldığı her projeyi güzelleştiren McDormand, Fern rolü için yaratılmış sanki. Gün geçtikçe onu daha da özgürleştiren bu yolculukta hissettiği her acı, hatırladığı her hatıra, yaşadığı her ikilem ve dilinde kalan her tat bir bakışı, bir mimiği veya jestiyle seyirciye de geçiyor. David Strathairn, kendisine ne zaman bir filmde denk gelsem, hep daha çok projede yer alması gerektiğini düşündüğüm bir aktör olmuştur. Son derece ince bir oyunculuğu ve her an patlamaya hazır gibi gelen dingin bir duruşu vardır. Nomadland’de de kendisini izlemek yine büyük bir keyif veriyor.
Nomadland, seyirciye konfor alanından çıkmanın aynı zamanda nasıl hem korkutucu hem de leziz bir şekilde özgürleştirici bir duygu olabileceğini ucundan tattıran bir film. Aynı zamanda, hali hazırda sistemi sorgulayanlar ve bu sistemin değişmesi gerektiğine inananlar için de samimi bir başucu rehberi.