07.08.2017
O AN: Playtime
Moderniteyi Hicveden Bir Başyapıt
Fransa’nın sinemaya hediye ettiği büyük yetenek Jacques Tati’nin ödüller ve seyirci nezdinde her ne kadar görülmese de başyapıtı Playtime’dır. Zira Tati, bu filmiyle moderniteyi hicvetme yeteneğini adeta kusursuzlaştırıp, sinema ile yapılabileceklerin sınırsızlığını bir kez daha gözler önüne sermiş olur. Tati, Playtime’da bir önceki filmindeki hicvetme seviyesini daha da arttırıp, tamamen modernizm tarafından ele geçirilmiş Paris’e maruz bırakır bizleri. Hâlâ yaşatılan tarihi yerleri de yok sayarak, adeta bir distopyadaymışçasına hissetmemize neden olan ele geçirilmiş, modernizim tarafından teslim alınmış bir Paris çıkar karşımıza.
Tati’nin yıllarca, sabırla, özenle inşa ettiği Tativille diye adlandırılacak olan stüdyo şehirde geçen filmi, hem yapılara, eşyalara hem de bu yapı ve eşyalar tarafından köleleştirilmiş insanlara acımasızca çevirir kamerasını. Tati, Playtime’da o kadar öfkelidir ki; söyleyeceklerini dile getirme telaşından sinemasının en büyük değeri olan Mösyö Hulot karakterini bile kenara itelemiştir. Kendisinin üstün yeteneği ile ete kemiğe büründürdüğü Mösyö Hulot, ilk ve son defa bu kadar kenarda oynar rolünü. İlk öncelik ise modernizme yapılacak eleştiridir.
Birbirinin Aynı Ekranlar, Aynı Hayatlar
Dönüşüm çerçevesinde haddini bilmeden, sınırları zorlayan mimarlar tarafından yaratılan binalardan birini görmekteyiz. Mösyö Hulot, eski bir arkadaşını görür bu binalardan birinin önünde. İstemeyerek de olsa tam da o binada oturan arkadaşının evine misafir olur. İşte Tati, bir an bile ara vermeden modernizme teslim olmuş insan müssevdelerini köşeye sıkıştırıp, acımasızca eleştirir. Tıpkı televizyon satan yerlerde yan yana dizilmiş ve aynı kanalın açık olduğu bir mağazadaymış gibi gözüken bina, kocaman pencereleriyle tek tek ekranları temsil eder aslında. Bu ekranların içerisinde neredeyse birbirinin aynı şeyler yaşanır. Aynı renk, aynı eşyalar, objeler, davranışlar ve daha akla gelebilecek nerdeyse her şey…
Bir Araya Gelmiş Aptal Kutuları
Tati, bu sahnede kimi zaman Mösyö Hulot’un bulunduğu eve daha ilgi göstererek, ev sahiplerinin görgüsüzlüğüne şahit ederken bizleri, kimi zaman da kamerasını bir adım geri attırıp, diğer dairelerde yaşanılan birbirinin kopyası hayatları gözler önüne serer. Tati’nin yaptığı en hayran olunası şey ise birbirine bir duvar ile bağlı olan komşuların televizyonu izlerken aslında birbirlerinin hayatlarını izliyormuş gibi resmedilmesi. Bu sahnenin amacı: Koskoca cam bir pencereye sahip, evleri aptal kutusuna, içindekileri de modern hayat tarafından üzerlerine düşen görevleri yerine getiren oyuncular konumuna sokmaktır nihayetinde.
Tüm bunları izlerken Tati, kamerasını asla içeriye sokmamayı tercih ederek, dışarıdan izlettirir tüm sahneyi. Bununla da kalmaz; sesleri de duymamızı istemez. Peki, ne duyarız? Sadece sokaktan geçen yayaların ayak seslerini ve araba seslerini duyarız. Tıpkı Tati’nin diğer filmlerinde de duymaya çok alıştığımız sesler gibi. Ne de olsa Tati, bu mekanik, modernitenin bir nevi temsili olan sesleri kullanmayı çok sever. Bu kamera konumu, gri rengin hâkimiyeti ve sesler üzerinden büyük usta yabancılaşmanın belki de en üst mertebesine taşır seyirciyi. Dehşetle izlediğimiz ve tüm algılarımızın düşünmek, sorgulamak üzerine kurulduğu bu sahnedeki tek masum şey ise Tati filmlerinde gelenekselin her daim temsili olan Mösyö Hulot’ur.