06.03.2022
Pera Sohbet: Anıl Gelberi
“Plaza” filminin yönetmeni Anıl Gelberi ile Pera Sohbet
“Arthouse Film İzleyicisinin Sinemasına Sahip Çıkması Gerekiyor”
“Filmin Sonunda İzleyiciyi Şaşırtmak Gibi Bir Amacım Olmadı”
Sinemaların tekrar açılmasıyla birlikte uzun süredir vizyona girmeyi bekleyen filmlere de kavuşmaya başlıyoruz. Anıl Gelberi’nin ilk uzun metrajı Plaza’ya da en nihayetinde vizyonda kavuştuk. Başrollerinde Onur Berk Arslanoğlu ve Deniz Altan’ın yer aldığı film, geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen 27. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu (Onur Berk Arslanoğlu) ile Umut Veren Genç Kadın Oyuncu (Deniz Altan) ödüllerini kazanmıştı. Atanamamış̧ bir öğretmen olan Emre’nin ailesinin yönlendirmesiyle, eğitimini alıp güvenlik görevlisi olması sonrasında atıl duran bomboş̧ bir plazadaki görevi sırasında yaşadıklarına odaklanan film, hiç beklenmeyen olaylar silsilesi ve karışık bir aşkın hikâyesini sunuyor.
Filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Anıl Gelberi ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum. Keyifli okumalar.
***NOT: Film şu an için BluTV’de yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***
İlk uzun metrajınız vizyonda seyircisiyle buluştu. Duygu ve düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Film festivallerinde yaşadığım heyecanı tekrar yaşıyorum. Çok uzun bir süre sinemaların açılmasını bekledik, vizyona giren ilk yerli filmlerden biri olacağız. Seyircinin salonları ve sinemayı ne kadar özlediğini çok merak ediyorum.
Plaza; atanamamış bir öğretmen olan Emre’nin yıllardır atıl duran bir plazada kendini hiç beklemediği olayların ve karışık bir aşkın içinde bulmasının hikâyesini anlatıyor. Filmin senaryosunu kaleme alma maceranız nasıl başladı? Sizi bu hikâyeyi anlatmaya iten ne oldu?
Gayrettepe’de herkesin bir şekilde önünden geçtiği çok ünlü boş bir plaza var. Bir gün oradan geçerken kapının önünde duran güvenlik görevlisini gördüm ve bu durum bana trajikomik geldi. O zamanlar üretken bir şekilde öykü yazdığım bir dönemdi ve üç-beş gün içerisinde filmin ilk hikâyesini yazdım. Epey süre öykü olarak kaldı ama hikâyenin sinematografik bir yanı olduğunu hep düşündüm ve en sonunda senaryosunu yazmaya karar verdim.
Yönetmenlerin ilk filmini çekme süreci ekonomik açıdan bir hayli zorlayıcı olabiliyor. Siz bu süreçte fon bulma konusunda nasıl ilerlediniz? Merak edenler için filmin yapım süreci hakkında bilgi verebilir misiniz?
2017 yılında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan “Senaryo Yazım Desteği” aldım, onun dışında bir fon yoktu elimizde. Filmi de kendi birikimimizle, çok düşük bir bütçeyle 9 günde çektik.
Filminiz geçtiğimiz Aralık ayında vizyona girecekti fakat pandemi dolayısıyla sinema salonlarının ikinci kez faaliyetlerine ara vermesi sonucu 7-8 aylık bir gecikme oldu. Bu süreç sizin için nasıl bir tecrübe oldu? Filmi sinemada vizyona sokmanın dışında dijital platformlarda seyirciyle buluşturmayı da düşündünüz mü hiç?
9 Aralık’ta gösterime girecektik fakat Aralık ayı başında maalesef sinema salonları süresiz kapandı. Salgın bir hastalık varken ve insanlar ölürken sızlanacak halim yok tabii ki ama hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur. Aslında birçok yerli film gibi vizyonu es geçip filmi dijital platformlara satabilirdik ama ben, film sinemalarda izlensin istediğim için sabırla bekledik.
Filmin ana karakteri Emre, coğrafya öğretmeni olan fakat KPSS, torpil vb. gibi unsurlar yüzünden atanamayıp güvenlik görevlisi olan biri şeklinde karşımıza çıkıyor. Ülkedeki milyonlarca öğretmen adayıyla ortak bir kadere sahip karakterinizin yazım sürecinde ne tür gözlemlerde bulundunuz?
Açıkçası “Atanamayan bir öğretmenin hikâyesini anlatmalıyım” diye yola çıkmadım. Atanamayan öğretmenler böyle işlerde çalıştığı için karakter böyle oluştu. Beni asıl ilgilendiren konu Emre’nin mesleğine yabancılaşmış ve kapitalizmin kurbanı bir insan olması. “Prekarya” denilen güvencesiz çalışan kesimin kapitalizm karşısında düştüğü trajikomik hikâyeyi anlatmak istedim.
Filmin önemli bir kısmı 27 katlı ve yıllardır atıl durumda olup kaderinin ne olacağı belli olmayan bir plazada geçiyor. İlk uzun metrajınızda çoğu tek mekana sıkışan bir iş ortaya çıkarmanın avantaj ve dezavantajları neler oldu?
Elimizdeki bütçeye göre zaten az mekanlı bir film çekebilirdik. Bu bütçeyle ve 50 farklı yer olan bir senaryoyla yapımcım Okan’a gitseydim herhalde beni kapı dışarı ederdi. İlk filmini çeken çoğu bağımsız yönetmen de aynı sorundan muzdariptir ama Plaza’nın az mekanlı olması hikâyeye hizmet eden bilinçli bir tercihti.
Kendi hayatını kontrol altına almak isteyen fakat ilk dakikalardan itibaren başkalarının yönlendirmesi ve davranışlarına maruz kalarak adeta bir rüzgarda savrulup giden Emre oldukça tipik bir karakter olmuş. Yapı itibariyle bu türde baskın olmayan bir karakter yaratmak riskler de barındırıyor. Bunları nasıl aştınız?
Emre gibi birçok insan tanıdım bugüne kadar. Bu tarz insanları iyi tanıdığım için karakter oluşumu daha rahat oldu. Festivalden sonra Emre için “erkeklik eleştirisi” demişti bir izleyici ki bence de haklı. Hayatının kontrolünü ele alamamış, saf, abaza, ne yapacağını bilmeyen biri. Hikâyeyi böyle bir karakter üzerinden kurmak istedim.
Emre karakterine hayat veren Onur Berk Arslanoğlu oyuncu seçimi olarak çok iyi bir tercih olmuş. Başrol oyuncunuzla yollarınız nasıl kesişti? Rolü için yaptığı çalışmalar, oyuncu yönetimi ve diğer süreçler nasıl ilerledi?
Tüm rolleri audition ile belirledik. Ferhat ve Rahime karakteri için aklımızda başka oyuncular da vardı ama Onur Berk’in audition’ından sonra Emre için başka kimseyi düşünmedim. Filmi 9 günde çektik ama onun öncesinde üç haftaya yakın prova yaptık, senaryoyu üç oyuncuyla baştan sona defalarca çalıştık. Sete girdiğimizde herkes ne oynayacağını biliyordu. Üç oyuncunun performansından da çok memnunum.
Film, Emre’nin aşk hikâyesinin içine dahil oldukça ilerleyen dakikalarının nereye gideceğine dair ufak ipuçları da barındırıyor. Bu durum bilinçli bir tercih miydi?
Bu konuyla ilgili eleştiriler geldi “Sonu baştan belli” diye. Filmin sonunda izleyiciyi şaşırtmak gibi bir amacım olmadı. Bu bir karakter filmi, onun yaşadığı komik/absürt süreçlere tanık olmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Başından ne olacağı belli olan bir şeye göz göre göre atlaması da iki soru önce bahsettiğim karakterin özelliklerinden bir tanesi diyebiliriz.
İlk uzun metrajınızda “Şunu daha iyi yapabilirdim” dediğiniz noktalar oldu mu?
Aklıma takılan büyük bir nokta yok. Sadece birkaç amatör oyuncu yerine daha iyi oyuncular tercih edebilirdik. Bu filmi bu bütçeyle tamamlamak bile bence başarıyken, ülkenin en köklü üç festivalinden ikisinde ana yarışmada yarışmak ve ödül almak benim için yeterli. Festival sürecinde de filmin mizahını, komedisini, absürtlüğünü gören izleyicilerden mesajlar almak beni çok mutlu etti. Mizah dergileri okuyanlar, belli başlı sitcom’ları sevenlerin bu filmi seveceklerini düşünüyorum.
Son yıllarda dijital platformların çeşitlenmesi ve pandeminin de etkisiyle film izleme alışkanlıkları köklü bir değişikliğe uğradı. Siz bu konuya dair en başta yönetmen ve tabii ki bir seyirci olarak nasıl bakıyorsunuz? Dijital platformlar sinemada film izleme alışkanlığını öldürecek mi?
Sinema salonunda film izlemenin hiçbir zaman öleceğini düşünmüyorum. 10 yıl önce de “Tiyatro ölüyor mu?” tartışması yapılıyordu ama insanlar tiyatroya gitmekten hiç vazgeçmedi. Bir yerlere gidip bir şeyler izlemek hala en ucuz sosyal aktivite. Sinemaya gitme alışkanlığı bitmez ama tekelleşen salonlar bağımsız sinema için en büyük tehdit. Onun için arthouse film izleyicisinin sinemasına sahip çıkması gerekiyor.
Üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa bilgi alabilir miyiz? Önümüzdeki yıllarda Anıl Gelberi bizlere hangi hikayeler sunacak?
İkinci filmin senaryosu bitti. Onun için fon arayışındayız, onun dışında başka projeler de var şimdilik bu kadar söyleyeyim.