30.05.2017

Sahipsiz Çocuk: “Arkada Bırakılan Birkaç Çocuk”

1988 Sosyalist Yugoslavya kışında tüfek sesleriyle irkilerek başlıyoruz Ničije Dete (Sahipsiz Çocuk)’ye. Yönetmen Vuk Rsumovic’in bu ilk filmi, seksen döneminin ağır zamanlarında çocuk olmak, üstelik Balkanlarda bir çocuk olmak kavramını metaforik bir düzlemde izleyicisine sunuyor. Bu filmi değerli kılan yanı, Balkan kökenli daha önce pek çok film yönetmeninin filmlerinden aşina olduğumuz Balkan insanının iç savaş sorunsalı, bu filmde daha önce değinilmemiş bir gravür üzerinden, çocukların üzerinden inşa ediliyor olması.

Dönemin sosyolojik uzantısında pek çok çocuğun savaş psikolojisiyle birlikte aileleri tarafından geride bırakılarak terk edilmesi durumu belli ki yönetmenin kafasına epey taktığı bir durum. Ve bu durum neredeyse filmin her uzantısında hissedilir ölçüde göze çarpıyor.

Ormanın derinliklerinde avcılıkla uğraşan erişkinler tarafından bulunan isimsiz çocuğun ne bir benliği, ne bir kimliği, ne de aidiyeti vardır. Tamamen arıtılmış bir bölgede, yabani koşullar altında, kurt iç güdüleriyle büyüdüğüne işaret edilen isimsiz çocuk, avcılar tarafından daha modern hayata, daha modernist yaşamı öğretmek ve medeniyeti aşılamak üzere götürülür. Ona hemen rastgele bir isim verilip kimlik bilgileri yapıştırılır. Bu aşamadan itibaren isimsiz çocuk artık isimsiz olarak değil Puciria Haris (Denis Muric) olarak sosyal toplumdaki bireylerin arasına katılır. Uzun uğraşlar sonucu kısmen dışarıdaki insanlarla yetecek ölçüde dil, hâl ve tavır öğrenen karakterin, bu yeni dünyadaki tek arkadaşı Zika (Pavle Cemerikic) olur. Ancak bir süre karakterin yanında konuçlanan Zika, bir zaman sonra babasının onu yurttan alacağını ögrenmesiyle bu dostane ve didaktik ilişkiye bir es verir. Bu koşullarda masumane bir ölçüde suçlamamız gereken temel faktörün Zika ya da çocuklar değil, yetişkinler olduğunu film anlatısı boyunca gösteren yönetmen, ilk vurgusunu işte bu bölümde yapar. Zika, babasının onu çalıştırdığını ve işi bitince bir köşeye attığını fark edince çareyi, uyarılara rağmen bırakıp gittiği yurtta, daha doğrusu yaklaşan savaş öncesi propaganda ve sivil asker yetiştiren okul süsü verilmiş birlikte bulur. Sığındığı tek limanda artık yaşamak için bir anlamı olmadığını ve düzenin aslında var olan bir sistem döngüsünü devamlı aşındırdığını fark eden karakter, bu sinemaya veda etmekte bulur çareyi. Filmin klostrofobik kadrajlarına paralel olarak eklenen ve filmin en başarılı kadrajlarından birini izlediğimiz bu anlarda, Haris’in kendi alanında ve tutumunda insansal alan ve mekânla birleşmiş bir uzaylı gibi konumlandığını görürüz. Sanki saçsız bir başa zorla tutturulmuş bir toka gibi yeni dünya insanının özümseyemeyeceği bir bağlılık içinde konumlanır Haris.

Yönetmenin şüphesiz anlatıdaki en büyük başarısı, filme sadece bir etnik grup çocuk modeli yerine, birbirinden farklı pek çok etnik kökenli çocuğu dahil etmesi. Bu durumun en yetkin örneğini gördüğümüz Laurent Cantet filmi “Entre Les Murs (Sınıf – 2008)” yakın dönemde bu konuya eğilen nadir ve yetkin örneklerden biriydi. Bu kıvamı aşağı yukarı yakaladığımız Sahipsiz Çocuk ise bu uzamda evrenseli yakalayarak, Haris üzerinden olmayan bir İslam, Zika üzerinden Musevilik, bir grup çocuk üzerindense karşı tezde Hıristiyan inancını aynı mizansende buluşturmakta. Terk edilen çocukların aileleri sadece bu ya da bu değil. Herkes terk etti. Zika’nın cenaze merasiminde normal şartlarda Musevi inancına göre intihar ile hayatına son veren kişiye cenaze töreni belli istisnalar dışında düzenlenmezken bu filmde bu istisnayı bozanlar yetişkinler. İntiharı bedensel olarak yüklenen Zika, ruhen yüklenecek olan ise o değil.

1992 ile birlikte belli imgelerle hazırlandığımız yaklaşan iç savaş ve bölünme süreci artık vuku bulur. Amaçsızca bir savaşın ortasında kendini bulan Haris ve onun temsiliyetindeki diğer çocuklar; neyi, ne için, kimin için, ne sebeple savunulduğunu bilmeden paldır küldür cepheye koşarlar. Yurtta ona zorla giydirilen ayakkabılar yerini şimdi postallara bırakır. Hayvani içgüdü ya da insani içgüdü olsun, kendini rahatsız hissettiği ve orada olmaması gerektiğine kanaat getirdiği an Haris, geldiği yabani ormana geri döner. Unuttuğu edimlerini yahut güdülerini geri hatırlamak ve kazanmak üzere kendi kendine çaba sarf eder. Bir kurt ile göz göze gelir ve hafızalarda şu soruyu bırakır: “Peki bir içgüdü görme duyusundan alınır, aktarılır ve geri kazanılır mı?”