15.08.2020

Yönetmen Koltuğu: Alejandro González Iñárritu

Kesişen Hayatların Hikâyecisi

Meksikalı yönetmenin Meksika sınırlarını aşan hikâyeleri de diyebilirsiniz Iñárritu filmlerine. Babası ya da annesi olan ancak arzu edilen aile profilinin kökten zedelendiği filmlerdir onunkiler. Anne ya da baba seyahate çıkmış bile olabilirler. Hikâyelerinde bir sorumsuzluk ve bu sorumluluğun yükünü ve yaptırımını dahi üstlenemeyen insancıklar vardır. Bu insancıklar ansızın, aynı portrenin farklı diyarlardan birbirlerinin umutsuzlukları oluverirler. Hani aile ideal değildir ya o halde toplum da ideal değildir. Çürümüş bir toplum ve uzağı yakını olmayan evrensel bir yıkım vardır Iñárritu’nun resminde. Bu resme şeklini veren beş film ile Iñárritu’yu Yönetmen Koltuğu’nda ağırlıyoruz.

1. Amores Perros (2000)

Afişteki aile…

Daha ilk uzun metrajlı filmiyle kendine has bir yol ve ev inşası yapacağının sinyallerini veren Iñárritu’nun bu ilk uzun metrajlı filmi ara ara akla getirip “ne olmuştu bu filmde?” dediğimiz türde filmlerden biri. Bir başka şekilde ifade edecek olursak her sekansından ayrı bir hissiyat yahut yaşanmışlık akan filmlerden. Öyle ki kendinden birkaç sene evvel çekilen ve bir başka kendi çiftliğini kurmuş yönetmen Leigh’in, “Secrets & Lies (1996)”ında olduğu gibi çürümeye başlayan aile ve birey ideasının yeni bir varyasyonu olarak nitelendirebiliriz Amores Perros’u. Ancak yadsımamamız gereken gerçek, bu birbirine benzeyen iki hikâyede yapbozun parçalarını Iñárritu’nun tıpkı Britanya ve Güney Amerika arasındaki uzaklık kadar uzaklara taşımış olması.

Bu ilk film ile birlikte yönetmenin aslına bakarsanız uzunca bir süre üzerinde duracağı teması, bu temayı ele alış biçimi ya da kısacası hamura vereceği şekil fazlasıyla kendini belli eder. Öyle ki devam ettiği filmografisinde merkeze yerleştirdiği çekirdeğini büyütmek için izlediği yol izleyici – yönetmen açısından paylaşılan ortak kanıyı böylelikle güçlendirir. Güçlenmiş bu Iñárritu sinemasında, ilk filmin devam edecek yönetmenlik kariyerinde belki de biçim açısından değinilmesi gereken en büyük nokta ise yönetmenin takip eden filmlerde de göreceğimiz kendine has bir üslupla biçimi yeniden elden geçirdiği yapısı. Bahsini geçirdiğimiz çapraz kurgu tekniğini sondan bir önceki film “Biutiful (2010)”a kadar sürdüren Iñárritu, keşfini zor yoldan elde etmemizi zorunlu kıldığı dil eğrisini bir önceki filmlerine nazaran daha açık bir şekilde sunar. Yani keşif haritası hazineye dolambaçlı değil, doğrudan bir istikamette ilerler.

İlk filmin üzerine az buçuk yıktığımız yönetmen sinemasının temel noktalarını masanın üzerinde bırakıp izleyicide bıraktıklarına eğilecek olursak film, birbirine çapraz kurgu olarak bağlanan ve her bir yaşantının birbiri üzerinde ilahi bakışın gördüğü ancak bizlerin pek idrak edemeyeceği bir tür kelebek etkisi motifi çiziyor. Ancak çizilen bu basitleştirdiğimiz tanıma, filmi sıkıştırmak oldukça basite kaçmak olur. Octavio ve Susana, Daniel ve Valeria, El Chivo ve Maru adına yazılan filmsel üç hikâye, bağlaç olarak seçilen köpek/köpekler kavramı ile aslında süreç esnasında bizi yıkıma götüren şey/şeylerin ne kadar basit olduğunun da altını çizer. Toplumsal bir çözümlemeden ziyade didiklemenin peşinde olan yönetmen, birbirine dokunmayan bu insanların statüleri ne olursa olsun ya da konumları kenar mahalle ile apartman hayatı da olsa ona göre büyük bir çürümenin içindedirler. Ve bu çürümede unu kovaya atanla tuzu kovaya atanın parmakları ne bir eksik ne bir fazla hepsi de aynı hızla şaklar.