09.04.2018
37. İFF Günlükleri – 2
Transit
Dönem filmleri çekmek, İkinci Dünya Savaşı’nın gölgesindeki insanların durumunu perdeye taşımak konusundaki rüştünü Barbara ve Phoenix ile kanıtlayan ve birçoğumuzun vazgeçemediği yönetmenlerden biri olan Christian Petzold, yine bildiği sularda yüzüyor. Fakat Petzold, bu kez geçmiş ile geleceği birbirine bağlayan arafta buluşturuyor hikâyesini. Petzold, İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşanan göçlerin, kaçışların, korkunun, çaresizliğin hiç değişmeden günümüzde de aynen devam ettiğini ifade etmek için seyirciyi hayli zorlayacak bir tercih yapıyor. Geçmişin mevzularını günümüz atmosferine taşıyor. Büyük iş kulelerinin, günümüz arabalarının, evlerinin, sokaklarının gölgesinde geçiyor hikâye. Petzold, bu tercihle aynı zamanda seyircinin filme yabancılaşmasına, hatta uzun bir süre filme adapte olmakta bile sorun yaşamasına neden oluyor. Hatta bir ara günümüzün mültecileri ile karakterlerimiz Georg’un karşı karşıya geldiği sahne gerçekten çarpıcı. Petzold’un seyirciyi kasten rahatsız etmek için yaptığı bu tercih işe yarıyor. Fakat Petzold’un artık İkinci Dünya Savaşı psikolojisinden çıkıp yüzmek için daha önce uğramadığı koylara gitmesini dilediğimi de söylemem gerek.
Tuba BÜDÜŞ
Chtistian Petzold yeni filmi Transit’te kendi sinemasının o edebi çekiciliğini yine muhteşem kullanıyor ve adeta bir roman okur gibi izleyiciyi perdeye kilitlemeyi başarıyor. Bunu yaparken de karakterlerini kusursuza yakın oluşturup her birini içselleştirmemize olanak sunuyor. Diğer filmlerine göre melodram yükü biraz fazla olan Transit bu dezavantajına rağmen özellikle sinemasını sevenleri fazlasıyla memnun edecektir.
Onur KIRŞAVOĞLU
The Happy Prince
İrlandalı oyun yazarı, romancı, kısa öykücü ve şair Oscar Wilde’nin eşcinsel ilişki yaşadığı sevgilisinin ailesi nedeniyle yatmak zorunda kaldığı iki yıllık cezasını tamamlayıp özgürlüğüne kavuştuğu zaman başlayan film, henüz 46 yaşında hayata gözlerini yummasına kadar devam eder. Bu nedenle film bir yükseliş öyküsü değil bir dibe vurma, yok oluş öyküsüdür. Zira Wilde, hapisteyken tüm kariyerini ve itibarını kaybetmiştir. Özgürlüğüne kavuşan Wilde, birkaç arkadaşı ya da aşığı dışında terk edilmiş, yüz çevrilmiş olarak bulur kendini. Bir zamanlar ona itibar ve sevgi sunan ismini bile kullanamaz duruma gelmiştir. Wilde’in hayatından bir kesiti perdede izlememizi sağlayan Rupert Everett, hayranı olduğu Oscar Wilde’yi perdeye yansıtırken Mutlu Prens adlı öyküsünü de tüm filme yayıyor. Fakat karşımızda bir hayranlık ifadesinden fazlası olmayan, bir yapım var ne yazık ki.
Tuba BÜDÜŞ
The Happy Prince, Oscar Wilde’ın romanı üzerinden kendisini son dönemine ışık tutuyor. Filmin Wilde’a bakışı bir kararsızlık içeriyor ve izleyiciyi de nefretle sevgi arasında bırakıyor. Sanat yönetimi ve oyunculuk performansları filmi izlenir kılıyor. Colin Firth ve Tom Wilkinson gibi harika oyuncular az zamanda önemli katkı veriyor. Son hanesine ise en iyi biyografiler arasına girmesi güç ama seyirlik bir film yazılıyor.
Onur KIRŞAVOĞLU
Twarz
Bir önceki filmi Cialo ile dikkatleri üzerine çeken yönetmen Małgorzata Szumowska, talihsiz bir kaza sonucu yüz nakli olmak zorunda kalan Jacek’i odağına alıyor. Yönetmen, Polonya toplumundaki insanlara bakış açısını, ötekileştirmeye ne kadar müsait olduklarını, sosyal devletin tamamen işlevini yitirdiğini, sağlığın bile kapitalizmin devamını sağlamak amaçlı kullanıldığını dile getiren bir filme imza atıyor aslen. Kamerasıyla peşinden dolandığı karakteri Jacek vasıtasıyla yönetmen, ülkesiyle ilgili dile getirmek istediklerini perdeye yansıtıyor. Başta tanıdığımız Jacek’in ülkeyi terk etme hayalleri de daha bir anlaşılabilir oluyor filmi izlendikçe. Szumowska’nın görüntüyü buğulaştıran lens tercihleri ise yer yer yorucu olsa da hikâyenin yapısına uyum sağlıyor.
Tuba BÜDÜŞ
Disobedience
Gloria ve A Fantastic Woman filmleriyle güçlü bir yönetmenlik örneği gösteren Sebastián Lelio, son filmiyle yine sinemasına hayran olmamızı sağlıyor. Filmlerinde yarattığı güçlü kadın temsilleriyle ön plana çıkan Lelio, yine kadın karakterleri odağına alıyor. Üstelik bu kez odakta iki kadın var. Lelio, yaşlı bir kadın, trans bir kadından sonra şimdi de İngiltere’de yaşayan aşırı tutucu bir Yahudi cemaatinde yeşermiş ama soldurulmuş bir lezbiyen aşkının tekrar sulanmasına şahit ediyor bizleri. Lelio’nun toplumun kabul etmek istemeyip, ötelediği kesimlere kamerasını bir kez daha çevirdiği Disobedience, hem dinin kasvetli, boğucu yapısını gözler önüne serip gerileceğimiz hem de özgürlüğün er ya da geç kazanılacağına olan inancımızı tazeleyen, umut vadeden bir film.
Tuba BÜDÜŞ
Disobedience son yıllarda festivallerde sık görmeye başladığımız din ve dinin toplumsal baskı halini anlatan türün yeni bir örneği. Bu kez daha katı bir topluluk üzerinden ve eşcinsellik sosuyla bunu aktaran film derdini fazlasıyla net anlatıyor ve kusursuza yakın bir senaryo matematiği kullanıyor. Güçlü oyunculukları da arkasına alan film özgür düşünce mottosuyla vurgusunu da yapıyor ve festivalin iyilerinden olarak kayda değer bir iz bırakıyor.
Onur KIRŞAVOĞLU
24 Frames
Abbas Kiyarüstemi’nin son filmi olma özelliği taşıyan 24 Kare, yaklaşık 4 – 4.5 dakikadan oluşan 24 farklı kısa filmin bir araya getirilmesinden oluşuyor. Kiyarüstemi’nin çektiği fotoğrafların efektlerle filme dönüştürülmesiyle oluşan kısaların çoğu birbirinin bir benzeri olduğu için izleyicide tekrar duygusu yaratmaktan kurtulamıyor. Yine de The Hunters in The Snow’la başlayıp The Best Years of Our Lives’la biten kısa film serisi Kiyarüstemi’ye güzel bir veda oldu.