24.08.2022

ELEŞTİRİ: The Cut

Halil İbrahim Sağlam

Fatih Akın’ın merakla beklenen son filmi The Cut, çekilmeye başlandığından bu yana tartışmalar bitmedi. Akın, önce 67. Cannes Film Festivali’ne gönderdiği filmini yarışma filmleri açıklanmadan bir gün önce “kişisel sebepler” nedeniyle yarışmadan çektiğini açıkladı. Prömiyerini 71. Venedik Film Festivali’nde yapan film, festivalden ödülsüz döndü ve yabancı basın tarafından genelde olumsuz eleştiriler aldı. Film, 1915’teki Ermeni katliamını anlattığı ve bugüne kadarki sinemasıyla alakasız olan Fatih Akın tarafından çekiliyor olması nedeniyle “Ermeni lobisi tarafından ısmarlama proje” şeklinde türlü suçlamalara maruz kaldı. Bitmedi, üzerine filmin Türkiye’de vizyona girmesini izin vermeyeceğini söyleyen bir grup Fatih Akın’ı ve Agos gazetesindeki bazı kişileri tehdit etti. Tüm bunların ardından “The Cut”, 5 Aralık’ta ülkemizde nihayet vizyona girecek.

138 dakikalık The Cut’ı kendi içinde ikiye ayırmak gerekiyor, zira filmin tartışmalar yaratacağı söylenen kısımları sadece ilk 45 – 50 dakikaya ait. Osmanlı Devleti’nin 1915’te Almanya ve Avusturya – Macaristan ile savaşa girmesinin ardından ülkede bulunan “azınlıklar”ın bir gecede düşman ilan edildiğini ve bunun üzerine başlayan tehcir sürecini sadece bir harita üzerinde kısaca gösteren Akın, bu sahnenin ardından epik bir film çekeceği izlenimi yaratıyor. Fakat daha bu noktada politik hassasiyetlerin öne çıkacağını anlıyoruz, zira bu insanlık dışı uygulamaların nereden kaynaklandığına dair açıklamalar yapmıyor. İlerleyen sahnelerde Osmanlı Devleti’ni sadece tehciri başlattığı için dolaylı yoldan, askerleri ve eşkiyaları ise net olarak katliamların ve tecavüzlerin sorumlusu olarak gösterdiğini söyleyebiliriz. Katliam sahneleri, açlıktan ve susuzluktan eriyip giden, hastalıktan kırılan ve bir başına bırakılan insanlar, tüm bunlar oldukça sert bir şekilde gözler önüne serilmiş.

İlk 45 – 50 dakikalık Ermeni katliamı sürecinden sonra film tamamen yönünü değiştiriyor ve Nazaret Manukyan’ın (Tahar Rahim) tehcir sürecinde götürülen ailesini ülke ülke dolaşarak aradığı bir serüven filmine dönüşüyor. Epik bir yolculuk hikayesi olarak adlandıracağımız bu süreçte karakterin karşısına gittiği her ülkede bilinçli olarak bir iyi, bir kötü karakter çıkarılıyor. Kötü karakterler de tıpkı filmin ilk kısmındaki askerler ve eşkıyalar gibi katliamcı ve tecavüzcü kişiler olarak tasarlanmış. Katliam sürecinde sesini kaybeden Nazaret ise, filmin sonuna kadar konuşmayarak yabancılaştırıcı bir etki yaratmış. Bu sessizlik kimi zaman karşısındaki kişiyle anlaşmakta zorlandığından ötürü bir güldürü öğesine, kimi zaman ise dramatik bir faktöre bürünmüş. Fakat filmin Mezopotamya, Küba, Amerika demeden yıllarca devam eden yolculuk temasının dozajı o kadar çok aşmaya başlıyor ki, üçüncü, dördüncü yolculuktan sonra hep aynı şeylerin tekrarlanmasından dolayı izleyicide gülme etkisi yaratıyor. Yolculuk, iyi adam, kötü adam, yolculuk şeklinde bitmek bilmeyen bir döngü. Filmin en büyük yara aldığı kısım ise bu yolculuğun, karakterin içsel bir yolculuğu olmayıp serüven sürecine dönüşmesi.

The Cut’ın en çok eleştirilecek yönlerinden birisi Türklerin Türkçe, Arapların Arapça konuşuyor olmasına rağmen Ermenilerin İngilizce konuşması. Bunun nedeni filmin uluslararası alanda bir özdeşleşme zemini yaratmak istemesi gibi sebepler olabilir lakin bu tercihin çoğu kişide yine bir yabancılaştırma yaratacağı aşikar. Filmin sinematografik tercihleri ise bütünlüklü bir yapı oluşturmaktan uzak.  Tehcir sahnelerinde kahverengi tonlarının ağırlıkta olduğu bir tarihi drama izlenimi verirken, açlıktan ve hastalıktan ölen insanların bulunduğu bölgede kimi zaman mavimsi tonlarda bir masalımsı, mistik atmosfer devreye giriyor. Karakter ülkeler arası yolcuğuna başladığında ise çekimler daha Hollywood formülüne yakın bir şekle bürünüyor, özellikle Nazaret’in Amerika’daki kötü adamlarla karşılaştığı sahnelerin bir western filmi etkisi yarattığını bile söyleyebiliriz.

 

The Cut, sürekli tercih değiştiren sinemasal yapısı, 1915 sürecinden sonra odaklandığı noktayı “yolculuk” temasıyla tamamen değiştirmesi, oldukça akılda kalıcı ve etkili müzikleri olmasına rağmen bu müziklerin filmde kullanım dozajının ağdalı bir melodram etkisi yaratması, diyalog yazımının vasatlığının yer yer ciddi bir şekilde kulak tırmalaması, oyuncu yönetiminin zayıflığının göze batması, özellikle Tahar Rahim’in etkili bir kompozisyon yaratması gerekirken verdiği tepkilerin yetersizliğiyle yanlış “cast” seçimi olduğunu bile düşündürmesi gibi daha çok olmamış yönleriyle öne çıkıyor. Böylelikle Fatih Akın’ın aşk, ölüm ve şeytan üçlemesinin son halkası olduğu söylenen The Cut (bunun bir üçleme olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu) üçlemenin diğer filmleri olan Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısında’nın karşısında oldukça vasat bir konuma yerleşiyor.