13.10.2016
Filmekimi Günlükleri – 6
I Am Not a Serial Killer (Ben Katil Değilim)
I Am Not a Serial Killer, mütevazı duygularla çekilen, fakat yaptığıyla övgüyü fazlasıyla hak eden, mükemmel bir yapım. Özellikle son dönem yükselişe geçen, Hollywood sektörüne kafa tutacak günlere hızla koşan Amerikan bağımsızlarından biri olan film, fantastik bir roman uyarlaması. Aslında çok normal gözüken bir ihtiyar ile sıra dışı bir gencin, sonunun nereye gideceğini kestiremediğimiz bir yol arkadaşlığı ya da rekabeti ya da… Filmin en güzel başardığı şey, bu iki başkarakterin ilişkisini ne yöne evrileceğini seyirci olarak bir türlü kestiremememiz olsa gerek. Bir seri katil vakasını odağına yerleştiren film, katili çok çabuk açık ederek, çok daha başka meseleler üzerinden heyecanı, gerilimi ayakta tutuyor. Muhteşem iki oyuncunun ve etkili bir şekilde yaratılmış karakterleriyle adeta doruğa ulaşan hissyatının yanında film, atmosferi, müzikleri, yönetmenliğiyle çok başarılı. Özellikle fantastik severlere duyurulur.
Tuba BÜDÜŞ
Kendini fazla belli etmeyen filmlerden biri Ben Katil Değilim. Sıradan bir öykü gibi başlayıp sonrasında merak unsurunu doğru noktalara yerleştiren bu bağımsız film, vasat bir iş gibi görünse de şans verip izlenmeli. Sorunlu ergen temasından yola çıkıp farklı bir tür içinde yine bir büyüme ve kendini bulma öyküsü yerleştirebilen film, bu yönüyle ilginizi çekebilir.
Seçil TOPRAK
La Fille Inconnue (Meçhul Kız)
Meçhul Kız’ı tipik bir Dardenne’ler filmi diye tanımlarsak Belçika’nın dünyaya armağanı bu iki yönetmen kardeşin takipçileri sevinecektir eminiz. Genç bir doktor kadının, hatalı bir karar (ama bu mesleğiyle ilgili değil, klasik olduğu düşünülmesin) sonucu girdiği vicdan muhasebesi ve bunun eyleme dönüşmüş halini sessiz ve sakin bir tavırla anlatan Dardenne Kardeşler, her zamanki minimal yaklaşımlarını Meçhul Kız’da da gösteriyorlar. Hikâyedeki bazı dönüşler fazla tesadüfi olsa da izleyenleri memnun edecek bir film var karşımızda. Yönetmenlerin sinemasına aşina olmayanlar için ise fazla diyebilecek bir şey yok.
Seçil TOPRAK
Swiss Army Man (Çakı Gibi)
Son dönemde favori olmaya başlayan bir mevzuyu odağına almasından dolayı Swiss Army Man, benim gönlümü direk kazananlardan olmuştu zaten izlemeden. Geçen yıl Ceset adlı yerli filmde, ya da yakın zamanda izlediğimiz The Neon Demon’da gördüğümüz ceset ile arkadaşlık hatta daha da ileriye giderek onunla ilişkiye girme, kısacası ölü sevicilik (nekrofili) gibi bir durumdan yine beslenen film, tek bu sebeple övgüyü hak ediyor. Tür olarak zombi filmlerini de hatırlatan bu enteresan hikâyenin doğanın tam kalbinde geçmesi de ayrıca filmi etkileyici kılıyor. Bir insanın nasıl toplum tarafından yalnızlığa itildiğini, arkadaşlığın, dostluğun ne kadar önemli olduğunu anlatma konusunda tercih ettiği yöntemden tut da kullandığı mekan, teknik hepsi mükemmel bir uyum yakalıyor.
Tuba BÜDÜŞ
The Student (Öğrenci)
Din ve toplum hakkında yozlaşma eleştirisine soyunan Öğrenci, insanların zayıf yanlarını kullanarak istismar insanları anlatıyor. Bu yozlaşmanın ilk basamaklarından biri olan okul üzerinden anlatılan hikayesi, Rusya gençliğinin okul portresini de bir anlamda çiziyor. Dinin eğitim üzerine yaptırımlarının sonuçlarına odaklanan yapım, İncil’den ayetleri bir bir sıralarken her sahnesinde akıcı anlatımından ödün vermiyor. Bu yılın sağlam filmlerden biri…
Haktan Kaan İÇEL
A Monster Calls (Canavarın Çağrısı)
Bu yılın Oscar filmlerinde adı geçen A Monster Calls, merak edilen Hollywood yapımlarından biriydi. Liam Neeson’ın sesiyle büyülediği yapım, genç oyuncusu Lewis McDougall’ın vasatı aşan performansıyla dikkat çekiyor. Film soyut duyguları betimlemede son başarılı olduğu gibi, stil sahibi görüntü yönetimiyle takdiri hak ediyor. Filmin en büyük defosu tahmin edilebilir hikaye örgüsü denilebilir. Sigourney Weaver da Maerikan filmlerinin sembolü olarak, İngiliz rolünde sırıtıyor maalesef. Filmin hikayesine dair empati yaptığınızda ise gözlerinizdeki muslukları açmaya hazır olun.
Haktan Kaan İÇEL
Sieranevada
Rumen sinemasının şov yaptığı son Cannes Film Festivali’nde en çok dikkat çeken filmlerden biri de Sieranevada’ydı. Çoğunluğu sadece bir evin içinde geçen filmin süresi 3 saate yakındı. Film Romanya yeni dalgasının tipik özelliklerini içinde barındırıyor. Plan-sekanslarla dolu bir anlatım, samimi oyunculuklar, minimalist mekan kullanımı ve kendine has mizah anlayışıyla başarılı bir işe imza atılmış. Bilhassa bu tür yeni dalga hayranıysanız, uzun süreden korkmayıp izlemeniz gerekiyor. Yönetmen Puiu’nun dar alandaki son derece kontrollü görsel tercihleri ve kamera kullanımı, filmin gerçek hayattan kopup filmdeki eve misafir olmanızı sağlıyor.
Haktan Kaan İÇEL
Elle (O)
Cannes Film Festivali’nde eleştirmenlerden en yüksek ikinci notu alan film Elle, festivalden ödülle dönmesi beklenen ama ödüle ulaşamayan filmlerden biriydi. Bu yüzden de merak uyandırıyordu. Elle yapılması zor bir şeyi yapıyor. Bu kadar rahatsız edici bir konudan mizah öğeleri baskın bir gerilim filmi yaratıyor. Üstelik bunu yaparken sıradanlaşmamayı tercih ediyor. Türün klişelerini tepetaklak ederek, yenilikçi bir tavırla mağdurun güçlü bir şekilde ayakta durmasını ele alıyor. Üstelik bunu yaparken film iyimser bir tutum sergileyerek, travmatik durumlardan uzakta kalıyor. Isabelle Huppert’in döktürdüğü filmde, oyuncu bir yandan sapkın ve duygusuz, öte yandan inanılmaz sempatik bir kadın karakter profilini çiziyor. Cannes’ın belki de en büyük hatalarından biri olsa gerek.
Haktan Kaan İÇEL