24.08.2022
Gone Girl: Evliliğin ve Medyanın Karanlık Yüzü
Halil İbrahim Sağlam
Her filminde tarzını ortaya koyarak kendi “auteur” sinemasını yaratan yönetmen David Fincher’ın 2011’deki Ejderha Dövmeli Kız uyarlamasından bu yana merakla beklenen yeni filmi Gone Girl sonunda vizyona girdi. Kariyerine başladığı Alien 3 (1992)’ten bu yana bir vasat / kötü film, bir çok iyi / başyapıt film sıralamasında yapıtlar ortaya koyduğunu düşündüğüm yönetmen Fincher, Gone Girl ile de bu sıralamayı devam ettiriyor ve Ejderha Dövmeli Kız ile yarattığı kısmî tatminsizliğin ardından yine bir başyapıta imza atıyor.
Yönetmenlik kariyeri boyunca her filmde farklı senaristlerle çalışan Fincher, aynı zamanda uyarlamaları seven bir yönetmen. Gone Girl, Fincher’ın çektiği 10 film içerisindeki altıncı uyarlama film. Gillian Flynn’ın çok satan “Gone Girl” adlı romanından uyarlanan filmi kitabın yazarı Flynn’ın senaryolaştırması ise film için büyük bir avantaja dönüşüyor. Bu avantaj Fincher’in keskin zekası, yönetmenlik kabiliyeti ve polisiye, gizem, gerilim türlerine olan hakimiyetiyle birleşince ortaya hem güçlü bir uyarlama hem de etkileyici bir evlilik ve medya eleştirisi çıkıyor.
Fincher, her şeyden önce “kaçırılma” motifini geleneksel bir başlangıç – final formülüne dayandırarak anlatmayı reddediyor. Çok sevdiği epizodik anlatısını yine devreye sokarken, bunu Kirk Baxter’ın her zamanki çok katmanlı ve detaylı kurgusuyla destekleyerek “destansı” bir sonuca ulaşmayı hedefliyor. Hikayesini flashbacklere dayandırıp bir evliliğin aşamalarını net şekilde belgeleyerek neden – sonuç ilişkisi kurarken, günümüzde geçen kurgusuyla da gelişme bölümünü destekliyor. “Evlilik aşkı öldürür” klişesinden oldukça uzak olan aile yaşantılarının bile ekonomik çalkantılar sebebiyle sınıfsal olarak düşüş yaşayınca mutlaka sıradanlaşacağı önermesine vararak “aile kurumu”nun samimiyetini tartışmaya açıyor.
Fincher’ın filmlerinde sıklıkla kullandığı çok karakterli yapı burada da varlığını sürdürüyor. Ben Affleck ve Rosamund Pike’ın haricinde polisler, avukatlar, eski sevgililer, sunucular, ikiz kardeşler, aile bireyleri ve komşular hikayede sıklıkla yer alırken aynı zamanda tüm bu karakterlerin medya ile olan sınavına şahit oluyoruz. Böylelikle Amerikan toplumunun yapısı ikiyüzlülük, iftira atma, kadın-erkek savaşı ve ünlü olma hevesi gibi kavramlarla eleştirilirken Sidney Lumet’in başyapıtı Network (1976)’ü hatırlatan bir medya terörüyle yüzleşiyoruz. Fincher ve Glynn, bunları yaparken hikayenin evrensel boyutunu zeki bir mizah duygusuyla kavrayarak kimi sahnelerde oldukça keyifli nüanslar ortaya koymayı başarıyor. Burada özellikle Sela Ward’ın canlandırdığı spiker karakterinin tek bir bakışla bile güldürebilmesi, Tyler Perry’nin avukat karakterinin izleyiciye sıklıkla kahkaha attırması, hatta yeni “Batman” posterinde oldukça konuşulan Ben Affleck’in çenesinin mizah malzemesi yapılması gibi detaylar önemli. Kim Dickens’ın hayat verdiği polis karakterinin hafiften Frances McDormand – Fargo tadı vermesi filme renk katarken, şu sıralar The Leftovers dizisinde yıldızı parlamakta olan başarılı aktris Carrie Coon’un canlandırdığı ikiz kardeş karakteri ise sinemada pek rastlamadığımız türden incelikli bir ağabey – kardeş ilişkisine büyük katkı sağlıyor.
Fincher’ın Zodiac (2007) ve The Girl with the Dragon Tattoo (2011) gibi polisiye filmlerinde kullandığı çok katmanlı kurgu yapısı burada çeşitliliğini daha da artırıyor ve karakterlerin bakış açısına göre kurgu, zamana göre kurgu, döngüsel kurgu gibi birçok şablonu içinde barındırarak destansı bir kimlik kazanıyor. Gri ve yeşil renk paletini koruyan tipik Fincher atmosferi 149 dakikalık süreyi adeta kuşatırken flashback sahnelerindeki tonsal değişim ise filmin tıpkı kurgusu gibi görselliğini de çeşitlendiriyor. Flynn’ın kendi kitabına oldukça hakim senaryosundaki leziz diyaloglar yer yer başarılı senarist Aaron Sorkin’in yokluğunu aratmazken, Trent Reznor ve Atticus Ross ikilisinin gerilimli müzikleri ise evliliğin aşamaları şeklindeki flashback sahnelerinde yaşanan bu tonsal değişimlere ayak uyduruyor. Bu seçimler evlilikler üzerine şekillenen bir korku / gerilim filmi yapısını beraberinde getirirken, Rosamund Pike’in hayatının performansıyla şekillenen vamp kadın tiplemesine tezat olarak Ben Affleck’in olaylara karşı tepkisiz kalan sıradan karakterini öne sürüyor ve beyazperdede hafızalara kazınacak bir dengesiz çift imajı yaratıyor.
Gone Girl, kanımca Fincher’ın Seven (1997), Fight Club (1999), Zodiac (2007) ve The Social Network (2011)’ten sonra beşinci başyapıtı. Özellikle son birkaç aydır Kış Uykusu (2014) haricinde ülkemizde bu denli güçlü bir filmin vizyona girmediğini varsayarsak Gone Girl vizyonda “iyi film” izlemek isteyenler için biçilmiş kaftan. Üstelik Oscar sezonunda da çok konuşulacağı ve Rosamund Pike’ın performansı başta olmak üzere birçok dalda adaylık ya da ödül alacağı garanti gözüküyor. Fincher, umarız sonraki filmlerinde “bir vasat, bir iyi film” çekme istikrarını sürdürmeden her zaman böyle güçlü filmlere imza atmaya devam eder.