24.08.2022
Holy Motors ve Denis Lavant’ın Eşsiz Performansları
Yusuf YETİŞ
Baudelaire ve Rimbaud’nun Rüyası: Mr. Oscar
“Yıllar boyunca tek gördüğüm taşlar ve ayaklar”
Dünya sanat ve düşünce tarihine baktığımızda, birçok büyük medeniyet sanat dallarının hemen hemen hepsinde bir şeyler üretmiş olsa da, daima daha çok öne çıkan ve kendilerini belli eden bir alanları vardır. Rusların payına, Tolstoy, Gorki ve Dostoyevsky isimlerinin kabiliyetiyle roman düşmüştür. Almanlara Hegel, Kant, Spinoza, Marx ve bir o kadar daha büyük düşünce adamının ilerlettiği düşünce yapısıyla Felsefe, İtalyanlara; Michelangelo, Bernini ve Da Vinci isimlerinden dolayı görsel sanatlar –daha çok heykel-. Bir yönleri diğer yönlerini bastıracak kadar kuvvetli medeniyetler kervanına katılan bir diğer medeniyet ise Fransızlar. Charles Baudelaire, Arthur Rimbaud, Gerard de Nerval, Comte de Lautreamont, Louis Aragon, Paul Verlaine ve daha nicesi.
Biraz da bu şairlerin büyüleyici özelliklerinden olsa gerek; Fransız insanı diğer medeniyetlerin temsilcilerine göre; daha tutku dolu, daha uçarı, daha romantik tasvir edilmiştir. Bu şairlerden payını alan Paris ise âşıkların başkenti olarak anılmaya başlanmıştır. Öyle ya; yirmi yaşında şiiri terk edecek denli şairlik dönemini deli dolu geçiren bir Rimbaud, Fransız Devriminin yegâne aşığı Baudelaire, Elsa’nın gözlerinin şairi Aragon ve Maldoror’un Şarkıları’nın nefret yüklü bestekârı; yirmi dördünde intiharı seçen Lautreamont.
“Bir söz der ki; güzellik görenin gözündedir (peki ya gören yoksa)”
Şiiri bu denli içselleştiren bir milletin sinemasının da bu şiirden payını almamasının imkânı yok. 60’lar Fransız Sineması gücünün hatrı sayılır bir kısmını oradan aldığı için hala çok sevilir ve çok konuşulur. Filme ve filmden çok –yazının da amacı olan- filmin başkarakteri olan Mr. Oscar’a dair edilecek birkaç cümle kısmının giriş kısmını şimdiden haddinden fazla uzattığımı fark ederek lafı daha fazla uzatmadan ara sokaklardan çıkıyorum ve şiir üzerine kurulu bir medeniyetin, en büyük ve en görkemli şairlik denemelerinden birine, Leos Carax’ın sürrealizmin doruklarında dolandığı Holy Motors (2012) filmine geçiyorum.
“Bir başkasının ölümünü seyretmek kadar hayat dolu başka bir şey yok”
1999 yılında Pola X filmiyle izleyicisinin karşısına çıkan Leos Carax, sinemasına on üç yıllık uzun bir ara verir ve gölgelere çekilir. Kendini hiçbir zaman bir yönetmen olarak görmeyen, aksine sinema alanının dışında olan biri olarak kendini ifade eden Carax, bu meselede o kadar ciddi ki, “diğer yönetmenlerin filmlerini izleme gereği dahi duymuyorum, ben onların yaptıklarıyla ilgilenmiyorum” diyor. O, her ne kadar kendine yönetmen demese de, benim için her zaman aşkı en iyi tasvir eden iki yönetmenden birisi olarak kalacak. Diğer isim Kar Wai-Wong. On üç yıllık gölgelere çekilme döneminde sadece Tokyo! (2008) isimli üç parçaya ayrılan bir filmin bir parçasını çeker ve hayranlarını uzun bir süre bekletir. Bu bekleyişin sonu ise Carax sinemasının zirvesi ve birçok hayranının izlerken yer-yer güzelliğinden sarsıldığı Holy Motors filmi olur. Carax uzun süren bekleyişin ardından sinemasının vazgeçilmez oyuncusu, kameralar önüne az çıkan ama çıktığında ise izleyicileri mest eden, Denis Lavant için bir tür bildiği her şeyini ortaya koyma fırsatı verir. Bir oyuncunun yapıp yapabileceği her şeyin zirvesini görmek ister gibidir Carax. Denis Lavant için toplam on bir farklı karakter yazar, kamerayı eline alır ve çekmeye başlar. Diğer roller ise her ne kadar çok ufak görünseler bile; Mauvais Sang filminde de gördüğümüz Michel Piccoli, Eva Mendes, Kylie Minogue, Edith Scob ve Elise Lhomeau gibi güçlü isimlerden oluşuyor.
“Artık yorgun olsam ne fark eder ölüm döşeğindeyken bir çaba sarf etmenin bir anlamı yok”
Filmin açılış sahnesi Leos Carax’ın kendisiyle başlıyor. İlk sahnede bir yatakta uyur halde bulunan Carax, rüya ve hayal evreni arasındaki bir süreçte, sürrealizmin kapılarını bizzat kendi eliyle açar ve izleyicisini birazdan göreceği şeyin çok da alışıldık bir şey olmadığına dair ilk sinyalleri verir. Rüyalar başlar ve film izleyicisini bu rüyalarda mantık aramaya, bir çıkar yol bulmaya zorlar. Bu anlamda cesur ama bir o kadar da riskli bir karar vermiştir Carax, seyirci filmi anlamak ile meşgulken filme daha çok dikkat etmiş gördüğü tüm rüyaları daha dikkatle izlemiştir ama aradığı mantığı bir türlü tam anlamıyla bulamamıştır. Bu anlamda sinemanın matematiğiyle ilgilenen, daha basit bir ifadeyle söyleyecek olursak, serim-düğüm-çözüm aşamalarının hayallerini kuran izleyicisini saf dışı bırakmıştır. Gerçek güzelliğin sadece rüyalarda konuşulmaya değer olduğuna, sadece onlar da aranabileceğine inanan seyircilerini ise bir tür cümbüşe davet etmiştir.
“Senin cezan benim zavallı Angéle’m senin, sen olman. Bir başına yaşayacak olman.”
Not: Yazının bundan sonraki kısmı Denis Lavant’ın canlandırdığı tüm karakterler için ufak bir tanıtım niteliğindedir. Filmi izlememiş olanlar için bundan sonraki kısım “spoiler” içerir.
Oscar
Filmin başında gördüğümüz ilk karakter. Denis Lavant’ın aslında oynadığı karakter olduğunu düşündüğümüz kişi Oscar, evli ve çocuk sahibi bir adam. Oscar’ın buradaki sahnesi uzun sürmez hatta yok gibidir. Sadece Mösyö Oscar lafı ve çocuklarıyla vedalaştığı duyulur.
Bankacı
Biz daha karakterin değiştiğini dahi doğru düzgün anlamadan Denis Lavant limuzine doğru hareket eder ve karşımıza bir bankacı olarak çıkar. Film Denis Lavant ve Carax birlikteliklerinde alışageldiğimiz ve genelde Alex ismiyle gördüğümüz tiplemenin çok dışında, bir iş adamı ve bir aile babası olan bir karakter imajıyla başlamış gibi durur. Bu bile Carax sinemasına alışkın olanlar için bir sürpriz sayılırken asıl darbe daha sonra gelir.
Dilenci
Limuziniyle işe gidiyor gibi duran ve şirket sahibi bir adam imajı uyandıran Oscar, bir anda makyajını yapar, kamburu olan yaşlı bir kadın imajı uyandırarak sokaklarda dilenmeye başlar ve yazının başında kullandığım alıntıyı mırıldanır. Seyircinin mantık arayışına ilk darbeyi indirmiştir Carax.
Motion Capture
Bu şaşırtan zeminsiz bırakma hareketinden sonra ikinci darbe ise, Denis Lavant’ın yeniden arabaya dönüşü ve makyajdan sonra kendini bir tür oyun simülasyonu yaratma gibi görebileceğimiz bir ortamın içinde bulur.
Merde
Merde aslında Carax’ın Tokyo! filmindeki kısmında yine Denis Lavant’ın canlandırdığı ve ismini doğrudan oradan alan bir karakter. Filmin en orijinal dış görünüşüne sahip karakteri olduğunu belirtmekte, çok garip davranışları olan bir karakter olduğunu belirtmekte yarar var. Eva Mendes’in kısa rolünü de bu kısımda görürüz. Eva Mendes bir fotoğrafçının modeli olarak karşımıza çıkmaktadır.
Baba
Kızını partiden almaya gelen “çirkin” bir baba tiplemesini oynar Denis Lavant. Kızını bir partiden alıp eve kadar götürür ve yolda kızı, Angéle’nin, kötü kaderi, yani babasına benzemesi üzerine konuşurlar.
Akordeonist
Filmin geçiş karakteri gibidir. Oscar ile beraber görünüp kaybolan yüzleri gibidirler.
Katil-Kurban
Filmin belki de en sürrealist en uçarı sahnesine imza atan kısmı olabilir bu kısım. Alex isminde bir katili canlandıran Lavant’ın, öldürdüğü kişiyi de oynaması filmin en çarpıcı anlarından biridir. İki karakterin bir diğeri tarafından aynı yerden bıçaklanması fakat Katil olanın çabucak toparlanması ise her şeyin bir rüya olduğuna dair en somut örnek gibidir. Mantık aramayın der gibidir artık Carax, bir rüya var karşınızda. Bu sahnenin ardından Fransız sinemasının efsane isimlerinden Michel Piccoli ile konuşma yaptığı bir an vardır ki Lavant’ın, izleyici bir anda yine gerçekliğe döner. Çünkü Lavant’ın yaptığı şeyin bir aktörlük işi olduğu, bu mesleği yapan başka insanların da olduğu gerçeği belirir ortaya. Fakat gerçekle harmanlanmış olsa da bu hala bir rüya. Önce bunu akılda tutmak gerek.
Mösyö Vogan (Ölen)
Filmin en yürek burkan anı ise Mösyö Vogan ile gerçekleşir. Ölüm döşeğindeki bir adamı oynayan Lavant, bu adamın ölmeden önce yeğeniyle yaptığı hüzün dolu bir konuşmadan kesitler sunar. Henry James’in Bir Kadının Portresi isimli kitabından esinlenerek oluşturulan sahnedeki, iki Dostoyevsky alıntısı ve Comte de Lautreamont’un kaleminden fırlamış gibi duran “birinin ölümünü izlemek kadar hayat dolu bir şey yok” cümleleri ise sahnenin şiirselliğini oldukça yukarı çeker.
“ben yalnızım, onlarsa herkes”
Filmin son karakterine geçmeden önce en büyük güzelliği ise Jean Seberg hayranlarına yapar Leos Carax. Kylie Minogue’nun doğrudan Jean Seberg’in A Bout de Souffle (1960) filmindeki saç kesimine sahip olduğu ve Jean adına da sahip olduğu sahne, tüm bu rollere bürünen asıl karakterimizin başından geçen kırık-dökük bir aşk hikâyesinin yeniden birleşimi gibidir. Başkarakterimizle aynı işi de yapıyor olan Jean, Kylie Minogue’nun sesinden şahane bir şarkıyla da sahneye ayrıca bir anlam yükler. Şarkının adı “Who Were We”
Evdeki Adam
Evinde şempanzelerle yaşayan bir adam olarak karşımıza çıkar en son Lavant. Carax tüm Fransız sineması ve şiirine bir tür saygı duruş sergiler gibidir bu filmle. Çünkü bu sahnede ağır biçimde 1986 yapım Max Mon Amour filmine yönelik bir güzelleme vardır. Bir şempanzeyle evli bir kadının anlatıldığı Max Mon Amour filmi ve evinde şempanzelerle yaşayan bir Lavant. Carax bildiği tüm güzellikleri yâd etmeye, anlamlandırmaya yeminli gibidir.
En güzel sürprizi ise sona saklamıştır, film Carax tarafından hayat arkadaşı ve kızının da annesi olan, ayrıca Pola X filminin de Denis Lavant’la beraber diğer başrolü, güzeller güzeli, Yekaterina Golubeva’ya ithaf edilmiştir.