07.05.2016
Jonathan Strange & Mr Norrell
Susanna Clarke’ın aynı adlı romanından uyarlanan bu BBC dizisi romanın hakkını büyük ölçüde teslim ederken, 1800’lü yıllarda büyülü ve fantastik bir yolculuğa çıkarıyor izleyicileri. 1800’ler, İngiltere ve büyü fazlasıyla bilindik çağrışımlara neden olabilir ancak Clarke’ın dev romanını okuyanların da iyi bildiği gibi, bol sürprizlerle, Strange ve Norrell’ın büyü yolculuğunun etkisinde iyi işlenmiş karakter gelişimleriyle, yan karakterlerin detaylarla zenginleştirilmiş katkılarıyla, İngiltere’nin puslu atmosferinin yadsınamaz etkisiyle kendine özgü ve izlemeye değer bir yapım çıkıyor karşımıza.
Uzun yıllardır büyünün hâkim olmadığı İngiltere’de, hazine gibi koruyup sakladığı kütüphanesindeki büyü kitaplarıyla mutlu mesut yaşayan Bay Norrell, İngiltere’ye büyü yeniden hâkim olsun diye değil de, büyüyü yine “saygın” hale getirmek için kendini öne çıkarma “fedakarlığında” bulunuyor. “Fedakârlık” tırnak içinde, zira Norrell ne de olsa cimri ve bencil özellikleri olan bir aristokrat ve üstelik büyünün yaygınlaşmasına da sonuna dek karşı. Jonathan Strange ise, Norrell’ın zıttı, gayet pejmürde ve atak bir kişiliğe sahip ve çalışmaktan da pek hoşlanmadığından sokak sihirbazı Vinculus’la karşılaşmasının etkisiyle büyüye yatkın olabileceğini öğrenince büyüye dört elle sarılıyor. En başta büyücü kimliğini sevgilisi Arabella ile evlenmek için bir saygınlık emaresi olarak kullansa da, bir süre sonra tamamen büyü dünyasının etkisi altında kalıyor ve olaylar farklı yönde gelişiyor.
Norrell ile Strange’in karşılaşmaları kaçınılmaz oluyor haliyle ve önceleri aralarında usta-çırak, öğrenci-öğretmen ilişkisi hâkim oluyor. Zaman geçtikçe karakterlerinin zıt yanları ister istemez çakışıyor. Norrell’in o çok değerli kitaplarını bir türlü paylaşmak istememesi ve Strange’in Norrell’in aksine büyünün yaygınlaşması gerektiği düşüncesinde oluşuyla, iki büyücünün yolları bir süre sonra ayrılıyor. Bu çatışmanın bir diğer nedeni de, Norrell’in kadim zamanların büyücüsü Kuzgun Kral’ı reddetmesi ve aslında ondan korkması iken, Strange’in onun aksine Kuzgun Kral’ı tanımaya çalışması. (Esrarengiz Kuzgun Kral’ın sonlara doğru hikâye için çok önemli bir yerinin olduğunu söylemeden geçmeyelim.) Norrell büyüyü “uzaktan”, akademik anlamda severken, Strange büyüyü tam anlamıyla benimsemek istiyor. Strange’in İngiliz askerlerine yardım için büyüyü kullanmak amacıyla savaşa gidişi, iki büyücünün ilişkisi için bir dönüm noktası oluyor. Savaşın Strange üzerindeki etkisiyle birlikte, iki büyücü yollarını ayırıyor ve birbirlerine rakip oluyorlar. İki büyücünün çatışması, benzer fantastik dizilerde ve öykülerde görülebileceği gibi klasik bir düşmanlık öyküsü değil. Norrell sabit fikirli ve bencilce tavırlarına rağmen eski öğrencisini tek dengi olarak görüyor ve ona hep saygı ve açıkça itiraf etmese de sevgi duyuyor. Norrell rolünde izlediğimiz Eddie Marsan karakterin bu nüanslarını sürekli ön plana çıkararak özellikle romanı okuyanları mutlu ediyor. Strange rolünde döktüren Bertie Carvel de karakterin 7 bölüm boyunca gelişimini, oyuncudan beklenen bir delişmenlikle sunuyor.
Dizi hem kaliteli bir fantastik sinema, hem de sağlam bir atmosferle iyi oynanmış bir tiyatro havasında ve üstelik yalnızca romana ve diziye adını veren bu iki büyücüye de borçlu değil başarısını. Norrell’ın uşağı Childermass’ın kendisi de büyücü olduğu halde geri planda kalmayı tercih etmesi ve Norrell’ın yardımcısı olmasına rağmen iki büyücü arasında aslında tarafsız oluşu, iki büyücünün ve diğerlerinin önceden göremediği birçok gerçeğe vakıf olmasını sağlıyor ve nereden baksanız ilgi çekici bir karakter haline getiriyor kendisini. En son Game of Thrones’da karşımıza çıkan Enzo Cilenti’nin Childermass rolündeki katkısını anmadan geçmemeli. Sokak sihirbazı Vinculus’un deli zırvası diye dalga geçilen kehanetlerinin bazı gerçekleri aydınlattığını ta en baştan hissedebilirken, Norrell’ın yardımıyla ölümden dönen Leydi Pole’un dönemin gotik romanlarındaki kadınları hatırlatan çaresizliği ile Sir Walter’ın uşağı Stephen Black’in hikayenin gidişatında önemli yerlerinin olduğunu da tahmin edebilirsiniz. Dizinin gerçek kötüsü ise Gri Saçlı Peri. Karakterin önceden kestirilemezliğini ve fesatlığını fazlasıyla yansıtıyor Mark Warren. Dizinin en zayıf halkası ise Arabella Strange. Charlotte Riley biraz daha dişli ve bir o kadar da içli bir performans sergileseydi keşke.
7 bölümlük bir mini dizi olan BBC yapımı Jonathan Strange & Mr.Norrell’ın karakterler, atmosfer ve giriş-gelişme-sonuç şeklinde ilerleyen hikaye anlatımıyla Susanna Clarke’ın romanına genel anlamda sadık olduğunu söyleyebiliriz. Clarke’ın dipnotlarla desteklediği yan öyküler ve hayali büyü tarihini dizide görmemiz elbette zor olacaktı fakat bir ara sinemaya da uyarlanması düşünülen romana BBC’nin bu haliyle gayet adaletli davrandığı da gözlerden kaçmamalı. Periler Diyarına karanlık bakış açısı, aynaların ürperticiliği, gotik atmosfer, bol teatral anlar ve abartılı olmayan özel efektler dizinin lezzetini artıran özellikler. Fantastik diziler arasında şimdiden kendine ayrı bir yer edinen ve tam bir İngiliz işi olan Jonathan Strange & Mr Norrell’in pek güzel bir finalle noktalandığını belirterek Kuzgun Kral’ın kehanetiyle baş başa bırakıyorum sizi:
“İngiltere’ye iki büyücü gelecek.
İlki benden korkacak, ikincisi beni görme özlemiyle yanacak: ilkini hırsızlar ve katiller yönetecek, ikincisi kendi yıkımında suç ortağı olacak; ilki kalbini karanlık bir ormanda karlar altına gömecek ama yine de sızladığını hissedecek, ikincisi en değerli varlığını düşmanın elinde görecek; ilki hayatını yalnız geçirecek, kendi kendisinin gardiyanı olacak, ikincisi ıssız yollarda yürüyecek, başında fırtına, yüksek bir tepede karanlık bir kule arayacak…”