26.10.2016

Julieta: Almodóvar’dan Hüzünlü Bir Kırmızı Kadın

julieta

Kırmızının efendisi Pedro Almodóvar Los Amantes Pasajeros’dan (Aklımı Oynatacağım) üç sene sonra yine bir kadın hikâyesiyle geri dönüyor. Kariyerinin bu yirminci filmini Nobel ödüllü Kanadalı yazar Alice Munro’nun üç kısa öyküsünden uyarlayan Almodóvar buz gibi bir iklime ait bir hikâyeyi İspanya’nın sıcak tonlarına kavuşturmuş.

Filmin ana karakteri olan Julieta bir hüzün abidesi. Ancak başlarda öyle değil. Gençliğinde hayat dolu ve âşık Julieta’nın yaşadıklarından ötürü derin bir melankoli girdabına nasıl yavaş yavaş çekildiğine, ve o güzel kadının ışığının nasıl söndüğüne an be an tanık olduğumuz tamamen insani duygularla bezeli bir film var karşımızda.

Ve Sonsuza Dek Mutlu Yaşadılar (mı Acaba?)

Julieta alışık olduğumuz bir Almodóvar kadını olmayabilir elbette. Peki Almodóvar kadını nedir? Erkek egemen toplumda var olmaya çalışan, her işin üstesinden gelen her daim güçlü kadınlar mıdır? Erkekten var edilmiş bir kadın olsa bile. Bir bakıma öyle. Julieta ise kendisini aşkın kollarına bırakmış romantik mi romantik ve kırılgan bir karakter. Bu yüzden de hayatındaki travmaların altından bir türlü tam anlamıyla kalkamıyor. Ancak bu günümüzde hiç de yabancı bir durum değil aslında. Zira dünya sadece her şeye rağmen güçlü insanlarla dolu değil, hele ki aşk, romantizm, evlilik gibi hayaller sürekli pompalanırken ve bireyler gerçeklere gözünü kapatmış bir halde hayalindeki romantizmi yaşamaya devam ederken. Bir yanda mükemmel evler, mükemmel evlilikler, mükemmel anneler, mükemmel çocuklar, mükemmel kocalar ve babalar dolu instagram ve facebook sayfaları, diğer yanda gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldığında hayatını başkalarına endeksli bir şekilde sürdürmenin hezimetini en ağır biçimde yaşayan insanlar.

Julieta

Julieta ise bir anlamda bu bireylerden biri. Seçimlerinin ağırlığı altında ezilen. Üniversitede başarılı bir edebiyat asistanı olan Julieta’nın aşkı için kariyerini toptan terk ederek bir sahil kasabasında yaşamaya başlaması bir seçim. Hem kendisine hem de evinin camından görünen deniz mavisine aşık olduğu adamdan çocuk yapması da bir seçim. Kalbinin sesini dinleyerek yaptığı seçimler bunlar. Bu seçimlerin getirdikleri ile istemsizce yüzleştiğinde ise girdiği sonsuz hüzün döngüsünün içinde kızıyla ilişkisinin koptuğunun farkında olmayacak kadar da kör ve kendi dünyasında.

Kızı Antia sayesinde gözleri açılan Julieta en sonunda kendini keşfetmeye başlıyor. Oysa ki onun keşfi zaman içinde sekteye uğramadan önce trenden karların içindeki gizemli geyiği gördüğünde başlamıştı. Trenden korkmayan ve onu yakalamaya çalışan, hatta ona kafa tutan bir geyik. Tıpkı bir mitolojik karakter gibi. Julieta gibi şehirde yaşayan insanlar için son derece yabancı bir canlı olan geyik Amerikalı mitoloji yazarı Joseph Campbell tarafından maceraya çağrı ve “benliğin uyanışı” olarak betimlenir. Hem bu muhteşem ana hem de trendeki elim kazaya Julieta ile beraber tanık olan Xoan, Julieta’nın benliğindeki uyanışın mabedi haline geliyor. Xoan Bronté romanlarına yaraşan bir erkek karakter. Adeta Jane Eyre’deki Bay Rochester (Rochester’ın çıldırmış bir karısı var, Xoan’ınki ise yatalak). Gizemli, yakışıklı, hafif güvenilmez ve aşık. Ve Xoan, Julieta’nın gözünde reddedilemeyecek bir macera anlamına geliyor.

julieta

Batsın Bu Dünya, Bitmesin Bu Rüya

Suçluluk, yoksunluk, kırılganlık, inanç, varoluş ve melankoli. Filmde yer alan bu öğelerden özellikle suçluluk duygusu ön plana çıkıyor. Almodovar’ın da bir röportajında belirttiği üzere, filmde Alice Munro’nun öyküsünde eksik olduğunu hissettiği ve ancak gayet İspanyollara özgü bir duygu durumu olarak gördüğü “suçluluk” hissinin üzerine yoğunlaşmış. Julieta ve Antia’nın kendileri dışında gelişen olaylar karşısında hissettikleri derin suçluluk hissi karakterlerin her yanına sinmiş durumda. Oysa ki dünya yapacağını yapar ve sen ne kadar planlarsan planla her an her şeyin tepe taklak olma riski hep vardır. Bunun suçu da senin değildir. Sadece öyle olmuştur veya olması gerekiyordur ki bu yüzden de Almodovar’ın bu bir nevi kaderci yaklaşımı da şaşırtıyor izleyiciyi. Ancak Julieta bütün melankolisine ve kaderciliğine karşın umudun elden bırakılmamasını öğütlüyor. Oldukça didaktik bir sinema dili var aslında burada. Ancak bu asla rahatsız edici değil.

Almodovar’ın kamerası her zamanki gibi rengarenk tonların içinde oyuncularını asla kaybetmeden kendine özgü yalınlığı yakalamayı başarıyor. Oyunculuklar gerçekten muhteşem. Genç Julieta ile olgun Julieta’yı canlandıran Adriana Ugarte ve Emma Suárez adeta tek bir beden olmuşlar. Bu film için Meryl Streep’le Amerika’da çalışacak olan ama son anda öyküyü İspanyol oyuncularla İspanya’ya taşıyan yönetmen iyi ki de vazgeçmiş. Almodovar’ın fetiş oyuncusu Rossy de Palma ise filmin kırmızısı kadar eski bir dostu görmüş hissi veriyor. Yalnız bir şey var ki Xoan’ın arkadaşı heykeltraş Ava karakterinin üzerinde biraz daha durulsaymış diye düşünmeden edemiyor insan.

Almodovar külliyatı içindeki diğer filmlere nazaran mütevazı bir duruşu olan bu eseri kaçırmamanızı öneririm. Şok olmayı veya bir duygu durumundan diğerine savrulmayı beklemeyin. Sadece adeta bir roman gibi ilerleyen sinemasal bir şölene, kırmızı ile mavinin en can alıcı tonlarına ve biraz tekinsiz ama son derece samimi bir hikâyeye tanıklık etmeye hazır olun.