21.12.2016
Kısa Kısa Randevu – 1
Neruda
Lise yıllarında okuduğum bir kitap sayesinde tanıştığım Pablo Neruda, çok büyük hayranlık duyduğum Nazım Hikmet, Pablo Picasso gibi hem sanatçı hem de komünist olanlar listeme eklenivermişti. Muhteşem şiirler yazan, kitleleri şiirleri ve davranışlarıyla derinden etkileyen, duruşu ve hayata karşı takındığı tavırla sadece ülkesi Şili’yi değil dünyayı etkilemiş Neruda, sinemasının büyüsü ile çoktan rüştünü ispatlamış olan Pablo Larraín ile perdede can buluyor. Üstelik Larraín, bugüne kadar ülkesinin tarihinde kara bir leke gibi duran faşist darbe dönemini, öncesini ve sonrasını anlattığı filmografisinin tamamında yakaladığı duyguyu yine belki bu kez şiirin etkisiyle de fazlasıyla veriyor.
Özellikle biçim olarak örnek bir yönetmenlik teşkil eden Larraín, Neruda ile abartısız bu kez şov yapıyor. Bizleri o yıllara götüren görüntülerin bir de sürekli başka bir tona bürünmesi Neruda’nın (Luis Gnecco) senatörken bir suçluya, kaçağa dönüşmesine neden olan gidişata uyum sağlıyor. En güzeli ise Larraín’in, Neruda’nın ne kadar önemli olduğunu anlatmak için onu yakalamakla görevli polisi (Gael García Bernal) kullanması şapka çıkarılası bir hareket oluyor. Neruda, celladı olmaya aday kişinin hayatını bile yönlendirecek, tarih yazacak, yazdıracak bir insan olarak perdede de devleşiyor. Lakin tüm filme damga vuran sahne ise beyazlar içerisindeki Neruda’nın dilenci kıza sadece sarıldığı sahne olsa gerek. Hiçbir şey demeden sadece sarılmak. Barışın renkleriyle, sanatın kolları yoksulluğu, çaresizliği kucaklıyor. Umudu ve özgürlüğü kutsayan bu sahne ve filmin tümüne hakim olan muhteşem atmosfer, karakterini fazlasıyla önemseyen oyunculuklar ve elbette usta bir göz. Neruda kusursuz bir seyre davet ediyor.
Tuba BÜDÜŞ
Pablo Larrain’in sürgündeki ünlü şair Neruda’nın hikayesini anlattığı ve Şili’nin Oscar aday adayı olan yapım, politik bir hikâyesi olmasına rağmen munzır karakterinin hayatını ve kaçış sürecini son derece şiirsel bir şekilde sinemaya aktararak, tam bir yönetmenlik gösterisi sunuyor. Görsel anlamda da tatmin edici bir işe dönüşen Neruda, bu yılın en iyi filmlerinden biri olarak dikkat çekiyor. Festivalde filmi yakalayamadıysanız, vizyona girdiğinde mutlaka izleminizi tavsiye ederim. Şair filmi yapılacaksa işte böyle film yapılmalı diye bir önermede bulunabiliriz.
Haktan Kaan İÇEL
Son yıllarda oldukça sağlam adımlarla yükselişini sürdüren, geçen sene El Club ile yılın en iyi filmlerinden birine imza atan Pablo Larrain bu sene iki filmle birden arz-ı endam ediyor. Jackie için beklemeye geçerken Randevu İstanbul’da izleme fırsatı bulduğum Neruda ise yılın en iyi filmlerinden hatta nazarımda en iyisi durumunda. Anlatım olarak yeni ve yaratıcı bir tarz yaratan Larrain, muhteşem bir sinematografi, harika kadrajlar, tadına doyulmaz diyaloglar ile de hayranlığı en üst seviyeye çıkarmayı başarıyor. Son zamanlar dilimize dolanan gerçek sinema duygusunu sonuna kadar hissettiren ve her anı büyüleyici olan film, Pablo Neruda‘nın hayatının kesitlerini de her açıdan bizlere aktarıyor. Neruda, kesinlikle eşsiz bir deneyim.
Onur KIRŞAVOĞLU
Land of Mine
Aldığı sayısız ödülle de başarısını taçlandırmış, çok sert, çok etkileyici bir film olan Land of Mine, 1945 yılının Danimarka’sına götürüyor bizleri. İkinci Dünya Savaşı yeni bitmiş, ülkelerini işgal eden Alman askerlerini kovmak isteyen ve yaralarını sarmaya çalışan bir ülke Danimarka. Lakin Alman askerlerini hemen kovmaya niyetleri yoktur. Zira önce Nazilerin ülkelerine döşediği mayınları yine onlara söktüreceklerdir. Lakin bu mayınları etkisiz hale getirecek ve Danimarka topraklarını temizleyecek olan askerler, tabiri caizse daha çocuk yaştaki, hiçbir şeyden haberi olmayan masumlardır. İş böyle olunca suçlu, suçsuz, nefret, merhamet gibi kavramların hepsi birbirine girecek, geriye kocaman soru işaretleri kalacaktır. İkinci Dünya Savaşı ile ilgili yapılmış nice dram filmine kafa tutacak denli insanın içini sızlatan, kurduğu güçlü çatışması ile seyirciyi koltuğa kilitleyen bir başyapıt Land of Mine.
Tuba BÜDÜŞ
A United Kingdom
Amma Asante’nin yönetmenliğini üstlendiği yapım Botswana adlı Afrika ülkesinin kralının beyaz bir İngiliz kadınla evlenmesi üzerine ortaya çıkan baskıcı tutumu irdeliyor. Filmde başrollerini paylaşan David Oyelowo alıştığımız İngiliz aksanın yerine, Afrika İngilizcesi aksanıyla bir noktaya kadar başarılı olsa da, diğer başrol Rosemund Pike ile uyumsuzluğu filmin başında hikâyeye ısınmanızı engelliyor. Daha çok bir formül filmi olarak nitelendirebileceğimiz A United Kingdom, sömürülen bir ülkenin haykırışı ve başkaldırısını anlatması açısından önemli bir film olsa da, vasatlığın üzerine çıkamıyor.
Haktan Kaan İÇEL
Randevu İstanbul’un açılış filmi de olan A United Kingdom’ı iki açıdan değerlendirmek mümkün. İlki giriş bölümü de olan aşk, diğeri bir ülkenin kaderi üzerinden olan politika. Film aşk üzerinden ilerleyen süreçte kalıpların dışına çıkamıyor ve bilindik matematik ile vasatı aşamıyor. Onlarca örneğini gördüğümüz formül senaryosu ise epey hazmı zorlaştırıyor. Filmin ikinci kısmı ve son düzlüğü ise politika ve yalanlar üzerine şekilleniyor. Bu, filme ve izleyiciye biraz nefes aldırıyor. Hal böyleolunca da en azından kötü yerine rahatlıkla vasat kelimesini kullanabiliyoruz.
Onur KIRŞAVOĞLU
Cezanne And I
Daniele Thompson’ın sanat tarihine damga vuran isimlerin entrikalarını anlattığı filmi, kadro olarak belli bir yere kadar izleyiciyi tatmin etse de bir dönem filmi olmak için fazla karışık bir kurguya sahip diyebiliriz. Zaman geçişlerinin neredeyse anlaşılamayacak kadar dağınık olduğu yapım, kurgu anlamında sınıfta kalıyor. Başrolündeki Guillaume Canet’in fazla abartılı makyajını bir kenara bırakırsak, yaşlandırılan diğer oyuncuların yüzleri dışında bedensel bir değişime uğramamaları filmin talihsiz çalışmalarından biri denilebilir.
Haktan Kaan İÇEL
The Woman Who Left
Hazmı zor, temposu ağır filmler yapan Lav Diaz’ın 226 dakikalık son filmi The Woman Who Left, uzun süresine rağmen akıp giden ve konsantrasyonu hiç kaybettirmeyen bir film. Siyah beyazın estetiğini son derece yerinde kadrajlar ile etkileyici kullanan Diaz, oluşturuğu hikaye ile de bu atmosferdeki bir filme göre fazla çekici ve merak uyandırıcı. İçerik, biçim karşısında doğal olarak biraz eziliyor ama Diaz bu handikapa rağmen değindiği her konunun hakkını veriyor ve karakterler ile empati kurabilmemiz için yardımcı oluyor. Uzun planların harika kotarıldığı için gerçekçilik anlamında sorun yaşamadığını da ekleyelim.
Onur KIRŞAVOĞLU
The Fury of a Patient Man
Bir soygun sırasında sevdikleri zarar gören ya da ölen bir adamın intikam öyküsü perdeye aktarılıyor. Adamın sevgi üzerinden ilerleyen intikam planı ve yol öyküsüne de biraz kayan gidişatı gerilim yerinde bir üslupla kotarılmış. İzleyicinin olayın ortasında kaldığı ve taraf tutmak konusunda gidip geldiği hikaye tam Amerika’nın ağzına layık bir re-make havası barındırıyor. Zira, film usta bir dokunuş ile çok farklı yerlere gidebilecek düzeyde. Festivalin iyi diyebileceğimiz filmlerinden olan The Fury of a Patient Man, müzik kullanımı açısından ise sınıfta kalıyor hatta en kötü derece ile tescilleniyor.
Onur KIRŞAVOĞLU
Goya ödüllü oyuncu Raul Arevalo’nun ilk yönetmenlik denemesi Sabırlı Adamın Öfkesi, hikâye bakımından klasik bir intikam hikayesi denilebilir. Sevdiği kadının intikamını almak için zanlılarla yüzleşen ana karakterinin gerilim dolu yolculuğu yavaş tondaki bir kurguyla sinemaya aktarılmış. Gerilimi arttıran kimi grafik şiddet sahneleri filmin her seyirciye hitap etmediğini gösteren özelliklerden biri denilebilir. Film genel olarak vasatın üstünde bir seyir vaat ederken, filmin en zayıf olduğu noktanın müzik kullanımı olduğu söylenebilir. Son yıllarda bu kadar kötü müzik kullanan bir film görmemiştim.
Haktan Kaan İÇEL
Fukushima Mon Amor
Kendi ülkesinde pek tutulmayan yönetmen Doris Dörrie yeni filmiyle bir dostluk hikayesine odaklanıyor. Fukushima’dan Sevgilerle, adeta ismiyle bile Hiroshima Mon Amor’a gönderme yapan yapım; kendini yalnız ve yitik hisseden iki yaralı ana karakterinin dostluğunu Japonya’nın ruhani atmosferiyle birleştirerek yansıtıyor. Tsunami sonrasındaki nükleer bir kabusa dönüşen Fukushima şehrinin hayaletlerine de kayıtsız kalamıyor film… İnsanın içini sıcacık hissettiren bu sempatik film, bu yılın programındaki en iyilerden biriydi.
Haktan Kaan İÇEL
The Reconquest
İspanya’nın son dönemler çıkışta olan genç yönetmeni Jonas Trueba imzalı film, birbirinin ilk aşkı olan iki insanın 15 sene sonra bir buluşma gerçekleştirmeleri üzerinden ilerliyor. Gerçek zamanlı havası veren ve uzun planlar barındıran buluşma her detayı ile hepimizin başına gelen tarzda bir gerçeklik barındırıyor. Filmin flashback barındıran ikinci yarısı ise ilşkinin köklerine ışık tutuyor ve daha iyi algılamamızı sağlıyor. Belki tercih tam tersi olsa, çocukluk kısmını önce görsek filmin kalitesi artabilirdi ama bu haliyle de pişmanlıklar, zamanın alıp götürdükleri ve aşklar üzerinde etkileyici bir film olduğunu söyleyebiliriz.
Onur KIRŞAVOĞLU