06.11.2022

Kurak Günler: Çıkmaz Sokaktan Çıkmak

“Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı.”

Wittgenstein’in “Tractatus Logico-Philosophicus” kitabı bu şekilde sonlanır. Bu ifade üzerine biraz düşünürsek; neler üzerine konuşulamaz, sorusu akıllara gelebilir. Yahut neler üzerine konuşulur sorusunu da düşünebiliriz. Peki bu sorularda susmak işin neresindedir? Susmanın da kimi zaman bir cevap olduğunu öngöremez miyiz? Öngörsek bile kimi zaman susmayarak, haykırarak cevap vermek gerekir. Emin Alper yönetmenliğindeki “Kurak Günler” filmi ise susmayan, toplumsal gerçekleri haykıran bir film olarak yer alıyor.

Obruğun Simgesel Anlamı

Film bir obruk sahnesiyle açılıyor, açılıştaki devasa obruğa aynı savcı bey ve hakime hanım gibi biz de bakakalıyoruz. Film boyunca arka fondaki gerilimi hissettiren o müzik eşliğinde, domuz kovalama ardından ise domuz dolaştırma sahnesiyle filmin prologu geride kalıyor. Bu açılışın temsil ettiği şey nedir? Öncelikle obruğu ele alacak olursak, obruk oluşumunda doğal nedenler olduğu kadar insani nedenler de söz konusudur. Bu insani nedenlerin başında da yer altı sularının kullanılması gelir. Filmin başında gördüğümüz devasa obruğu Türkiye özeliyle bağdaştıracak olursak; bu obruk aynı zamanda Türkiye’nin de simgesel olarak bir obruğa sahip olduğunu vurgulayarak başlar.

Taşraya gelen idealist savcı ise en başta bu obrukla karşı karşıya kalır. Savcı Emre hem gerçekte oluşan, gözle görülen obrukla hem de simgesel temsiliyeti olan obrukla mücadeleye girişse de, bu mücadelede bir hayli yalnız kalır. Polisinden tutun hâkimine kadar oradaki mevcut düzenin işlemesinde faal olan insan grubuyla mücadelesinde bir bakıma köşeye sıkışır. Bu köşeye sıkışma film ilerledikçe daha da belirginleşir, savcı sanki bir çıkmaz sokaktadır. Bu, filmde buğulu olmayan yegâne şeylerden biridir.

Filmdeki çözüme bağlanamayan ana olaya baktığımızda, olayın bir çözüme ulaşıp ulaşmamasının pek de bir önemi yoktur. Emin Alper bir fotoğraf çeker ve bunu da izleyiciye tüm gerçekliğiyle aktarır. Bu fotoğraftaki temel mesele yozlaşmış toplum ve onun yol açtığı durumlardır. Filmdeki başlangıç ve kapanışı hariç tutarsak film dört bölümden oluşur. İlk bölümde ana hikayeyi oluşturan tecavüz olayının oluşmasına kadar gelen süreci aktaran ve bunu aktarırken de yargı organındaki bir özneye yaltaklanmanın nasıl bir şey olduğunu tüm çıplaklığıyla izleriz. Ardından savcının mücadelesi başlar.

Linç Kültürüne Güçlü Bir Cevap

Bu mücadelede ara ara filmin ilk bölümünü oluşturan ziyafet gecesinden kesitler yansır. Bu kesitler seyiriciyi diri ve filmin içinde tutar. Sonuna kadar merak ve heyecan duygumuzu koruruz. Sonunda ise filmin sadece bir ülke fotoğrafı çekmekten ibaret olmadığını görürüz. Film daha fazlasını vadeder. Filmin, Savcı Emre ile Murat’ı hedef alan kalabalığın linç girişimine net bir cevabı vardır. Bu cevabı sondaki fotoğraftan net bir şekilde anlarız. İkisi de obruğun diğer tarafında kalabalığa karşı dimdik durur. Filmin sonunu linç kültürüne ve yozlaşmış topluma karşı bir cevap olarak okurken; bunu alegorik bir anlatımla bir ustanın elinden izleriz.

Filmdeki metaforlar savcıyla gazetecinin obruğun karşı tarafındaki duruşundan ibaret değildir. Filmde geriye dönüşlerde ara ara gördüğümüz akan su ve gene belli aralıklarla gördüğümüz bidon kuyruklarının da bir anlamı vardır. Bidon kuyruklarının anlamı “ülkenin halinde bir değişiklik yok” imasında bulunur bir bakıma; “garp cephesinde yeni bir şey yok” demenin bir başka halidir. Bu kuyrukları filmin başında, ortasında ve sonuna yakın seçimden sonra da görürüz. Halkın yoksulluk ve susuzluğunu betimleyen bu bidon kuyruğu alegorisini bu şekilde okumak mümkünken, bunu Türkiye gerçeği etrafında yorumlayabiliriz. Bidon kuyrukları ile yakılan binayı Madımak olaylarına bir gönderme gibi de düşünebiliriz. Duş başlığından suyun akmasını ise savcının o geceyi hatırlamaya çalışıp hatırlayamadığının bir simgesi olarak görürüz.

Her akışta bir şeyler belirir ama o şeyler net değildir. Kopuk kopuk beliren şeyler savcının o gece ne olduğunu netleştirmesine olanak tanımaz.

Obrukların anlamına gelecek olursak; girişteki obruk bir ülke gerçeğini yansıtırken filmin ortasında gördüğümüz yeni obruk ülkedeki yeni boşluklara yol açar. En son kapanışta gördüğümüz girişteki ile aynı olan obruk ise savcının mücadelesinin sonuçsuz kaldığının bir göstergesidir. O devasa obruk hâlâ oradadır. Aynı ülkenin hâlâ aynı kalması gibi. Ancak bunu karamsar olarak okumamamız lazım. Her şeye rağmen filmin sonunda savcı ile gazeteci linç girişimini bertaraf edip dimdik dururlar. Zannımca bu sonla Emin Alper idealist kişilerin ve aydınların ne olursa olsun dik durmaları gerektiğinin altını çizer. Seyircide bu umudu ışıldatır. En nihayetinde çıkmaz sokaktan çıkmak mümkündür.