24.08.2022

L’Atalante: Eskimeyen Bir Şiir

Alkım DOĞAN

L’Atalante bana kalırsa sinemanın, ruhu hep genç kalacak filmlerindendir, gizemli büyüsünü ve şiirselliğini bugüne dek korumuştur. Fransız sinemasının genç anarşisti, Jean Vigo’nun son filmidir. Yönetmen filmini 29 yaşında hayata veda etmeden çok kısa bir sure önce tamamlamıştır.

Film iki genç aşığın, Jean (Jean Daste) ve Juliette’in (Juliette Parlo) kasabadaki evlilik törenleriyle başlar. Genç çift oradan Jean’ın kaptan olduğu, filme de ismini veren L’Atalante isimli mavnaya geçer. Filmde en az genç aşıklar kadar yeri olan Pere Jules (Michel Simon)  da mavnada çalışan yaşlıca bir denizcidir ve göründüğü andan itibaren egzantrik kişiliği, kedilere olan düşkünlüğü, onlarca kediyle sarmalanmış haliyle izleyenler üzerinde iz bırakır. Ömrünü denizlerde geçirmiş, dünyanın büyük limanlarını dolaşmış, oralardan hikayelerle dönmüştür. Vücudu “onu sıcak tutan” dövmeleriyle kaplıdır, Odası da tıpkı denizlerde geçirilmiş bir ömür gibi izlerle ve hatta kaybedilen bir arkadaşın mumyalanmış eli gibi tuhaf anılarla doludur. Juliette ise onun aksine küçük kasabasından dışarı çıkmamıştır. Taze bir iştahla dünyayı keşfetmeye hazırdır. Zaman zaman hayranlıkla yeni bir dünyayı temsil eden kişilere kaptırır kendini. Dünya onun için Paris’tir, Paris’e en yakın olduğu zamansa radyo dinlediği zamanlar. Bu yüzden Jules’ün hikayelerine büyük bir merak besler. Jean ise kah Juliette’e olan aşkıyla coşar, kah onu başkalarından kıskanır, iyice hırçınlaşır, gözü bir şeyi görmez.

Film boyunca iki aşığın birbirlerinin kulaklarına aşkla bir şeyler fısıldamasını, gülüşmelerini, küsmelerini, çocuklaşmalarını, birbirlerini arzulamalarını; kısacası yeni bir ilişkinin hemen yön değiştiriveren farklı ruh hallerini görürüz. Hem birbirlerini çok sevip birbirlerine ilgi gösterirler, hem kendi bağımsızlıklarının peşine düşmek isterler. Juliette’ın en büyük isteği Paris’in uzak ve ışıltılı dünyasını görmektir, Jean ise bu dünyayı Juliette’e göstermekle onu bu dünyadan kıskanmak arasında gidip gelir. Paris’te Juliette’in mavnadan ayrılmasıyla iki aşık acı çekip birbirini özlemeye başlar. Paris bir taşralı için büyüleyici olduğu kadar acımasızdır da. Juliette’in bu şehrin sokaklarında kendine ait bir yer bulamayışını izleriz buruklukla. Jean ve Juliette’i ayrı yerlerde birbirlerini hayal ederken buluruz. İki aşık, Pere Jules’ün müdahalesiyle sonunda birbirlerine kavuşurlar. Bu genç aşıkların dünyasında aslında pek çok his uçucudur, kırgınlıkları da öyle olur.lata

Bana kalırsa film eskimemesini kusursuzluk arayışından kendini özgürleştirip biricik sesini bulmasına, yönetmenin sinemada doğaçlama hissi veren anların büyüsünü keşfetmesine borçludur. Film, kahramanların farklı ruh halleri üzerinden Maurice Jaubert’in müziklerinin eşliğinde neredeyse L’Atalante’nin Seine üzerinde ağır ağır ilerleyişi gibi akıp gider. Kimi zaman muzip, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman neşeli, bir tona bürünür. Aslında hikâyede fazla bir şey olmuyor gibidir fakat yönetmen bir şekilde izleyiciyi ele geçirmeyi başarır. Karakterler katı bir şekilde kategorize edilmemiş halleriyle nefes alıp veren, kanlı canlı kişiliklerdir. Yönetmen onları idealize etmez, onlara hata yapma özgürlüğünü verir.

Bunun yanı sıra filmin yarattığı görsel dil de büyüleyicidir. Sinematograf Boris Kaufman’ı da burada anmak gerekir. Filmin başlarında Juliette’in dumanların arasından ağır ağır ilerleyen kapkara mavnanın üzerinde uçuşan gelinliğiyle göründüğü sahne sinema tarihinin belleklere kazınmış sahnelerindendir. Buna su altındaki görüntüleri, rüya sahnelerini de eklemek gerekir. Film baştan sona gerçeklikle rüya arasında gidip gelir ve insanın zihninde yarattığı o benzersiz sinema tadıyla akıllarda iz bırakır.