13.05.2016

Lolo: Yönsüz ve Yersiz

Julie Delpy, keskin zekasının ürünü diyalogları ve kadın bakışını sinemaya yansıtmayı bilen ender kadınlardan biri olarak tanınır. Yani onun filmleri, “kadın bakışı” dediğimiz ayrıntıyı iyi yakalayan, gören, hissettiren ve detaylandıran açılara sahiptir. Özellikle hikâye açısından da yakaladığı ironik tınılar, filmlerini hem gülerek hem de iç acısıyla izlemenizi sağlar. Çok komplike gibi durabilir bu yazdıklarım ancak aksine onun sineması basitliğiyle de göz doldurur. Özellikle oynarken diyaloglarını da geliştirdiği Before serisi ile bu serinin daha komik bir versiyonu olarak niteleyebileceğimiz 2 Days Serisi (2 Days In Paris ve New York) Julie Delpy’nin sadece oynarken değil yazarken ve yönetirken de aynı seviyeyi yakalayabileceğini göstermiştir bizlere.

Julie Delpy kamera arkasında ve önünde olduğu yeni filmi Lolo ile de yukarıda andığımız 2 Days serisine devam ediyormuş izlenimi verse de filmi izlediğimizde durumun öyle olmadığını anlıyoruz. Bu değerlendirme bir film için ne olumlu ne de olumsuz bir yargı taşıyor. Ancak Lolo’nun ne yöne evrileceğini bilmeyen hikâyesi, eğlenceli bir seyirlik gibiyken korku filminden hallice bir öyküye doğru yelken açıyor. Hatta sevdiklerimize ne kadar zarar verebileceğimizi gösteren hikâyesiyle biraz korkutuyor bile diyebiliriz. Ara ara ikinci bir Kevin vak’ası (We Need To Talk About Kevin) diyebileceğimiz hikâye ayrıntılarına giren film, komedi ile trajedi arasında sallanırken komik olmayı seçiyor. Bu tercihi izlenmesi daha kolay bir seyirlik olmasını sağlıyor ve depresif bir film izlemekten ziyade hafif bir film izliyoruz. Ancak bu hafiflik ele alınan konulara göre ters orantılı.

Çok söz söyleyip diyaloglarla hem komik hem dramatik olmayı başarabilen Lolo, korku filmi bile olabilecek potansiyel hikâyeye sahip. Adını filmde Julie Delpy’nin canlandırdığı Violette’in artık yetişkinliğe ermiş oğlu Lolo’dan alan filmin, Lolo’ya yüklediği görevlere dikkat edersek sanırım Lolo hakkında konuşmalıyız, diyebiliriz. Aslında Lolo, annesi Violette’in hayatını komiklik sosuyla bulandırılmış olsa da cehenneme çeviren netameli bir tip. Hatta altını kazısanız, jest ve mimiklerinden ruh hastası bir kimlik okuması dahi yapılabilir. Filmin anne-oğul, baba-kız bağına ve sahiplenme yönüne dikkat çekmeye çalışsa da gerek Lolo’yu canlandıran oyuncunun (Vincent Lacoste) vücut dili gerekse filmin ona yüklediği karanlık taraf (abartılı olsa da) filmi komedi sularından gerilim-korku sularının netameli havasına çekiyor. Seyirci olarak ne izlediğimizi anlamlandıramaz duruma geldiğimizde ise basit bir sahiplenme içgüdüsü okumasıyla nihayetleniyor film.

Filmi yine bir kadın Eugénie Grandval ile yazan Delpy’nin şimdilik son filmi Lolo aslında her şeyiyle kadın filmi olacağını adeta haykırıyor. Ancak nasıl bir kadın filmi? İşte burada da bir sorun var. Sinemanın kadına bakışı ve kadını konumlandırdığı yer üzerine birkaç kelam ettiğim yazıdan şöyle bir alıntı yaparak kapatmak istiyorum Lolo bahsini:

“Film ve eğlence dediğimiz anda filmin komik unsurlarının öne çıkmasını bekleriz haliyle. Lolo’da da bu söz konusu ve Julie Delpy, kadın erkek ilişkilerine eğlenceli noktadan bakmayı tercih ediyor. Filmin açılışında kırk yaş üstü iki kadının cinsellik içeren konuşmaları, kadınların da konuşabildiğini göstermesi açısından güzel bir ayrıntı evet, ancak sonrasındaki gelişmeler tam da normal (!) hayat düzeninin, kadına yüklediği hayat standardına doğru hızlıca kayıyor hem de dalga geçtiği şeylere dönüşerek. Kadınların belirli bir yaşın üzerinde artık “denize düşen yılana sarılır” misali ilişkilerine tutunduğu peşin kabulüyle, erkeğin kadın yaşamındaki önemli rolü arasında sıkışıp kalıyor film. Bağımsız kadın da neymiş? Heyhat! Tabiî ki kadının yeri erkeğinin yanıdır, onsuz hayatı perişandır. İlişki yaşamanın muhtaçlık üzerinden yorumlanması bir tercih olabilir, bu kabul edilebilir belki. Ancak sadece kadının muhtaçlığı üzerinden anlatılacak hikâye kabulümüz değil.”