09.05.2016

Modern Klasikler: American Beauty

 

Güllerin İçinden…

1999 yılında Alan Ball’un senaryosunu yazdığı daha önce uzun metraj deneyimi olmayan Sam Mendes’in yönettiği American Beauty herkesi şaşırtır. Film Oscar ödüllerinde en önemlilerinden beş tanesini alarak büyük bir başarıya imza atar. Çekildiği yıldan bugüne değin hakkında çok konuşulan, unutulmak şöyle dursun sürekli izlenilen filmlerden biri olur American Beauty .

Alan Ball’un rüzgârda uçuşan bir poşetten ilham alarak -filmde de bu görüntüler kullanılır- senaryosunu yazdığı film kusursuz bir olay örgüsüne sahip, gelmiş geçmiş en mükemmel filmler arasında yer alır. Film içerisinde izlediğimiz bu beyaz poşet videosu asla özgür olamayan karakterlerimiz karşısına konulan inadına özgür bir nesnedir. Bir nevi yaşadıkları hayat içerisine hapsolmuş karakterlerimizin tam zıttını ifade eden bir metafordur poşet. Zira poşet rüzgârda dilediği gibi özgürce, hesapsızca uçuşur.

Film oldukça iyi koşullara sahip evinde iletişim kuramadığı eşi ve kızı ile sıkıcı bir hayat yaşayan Burnham’ın kendisinde ve çevresinde gelişen olaylara odaklanır. Çatışmasını ise neyin ne kadar ahlaki olduğu üzerinden yapar. Fakat çatışmasını kurduğu meseleler hakkında ahkâm kesmez. Ya da değindiği meselelerin sonuçlarını önümüze pişirip sunmaz; tıpkı film boyunca kafamızda soru işaretleri oluşturması gibi bizi filmin sonunda da kör düğüm olmuş sorularla yüz üstü bırakır.


Film bugüne kadar Hollywood filmlerinde uygulanan tüm klişeleri yerle bir eder. Üstelik Amerika’nn birçok değerini kutsamaz hatta ve hatta tüm açıklarını ifşa eder. Hollywood sinemasının belli bir sınırı ve sistematiği vardır. Genelde bağımsız bir film çekmiyorsan bu sınırların dışına çıkamazsın. Peki, nedir bunlar? Hollywood sinemasının daha omurgası oluşturulurken bir kere Hıristiyanlık ve ailenin kutsallığı en önemli malzemelerdir. Bu iki öğe bazen açık açık bazen de gizliden filmde var olurlar. Zira nasıl olurlarsa olsunlar amaç aynıdır; devletin bekası için yurttaşların dinine ve ailesine bağlı olarak hayatlarını devam ettirmeleri gerektir. Gel görelim American Beauty ana akım bir Hollywood filmi olarak bu iki güçlü öğeyi senaryosuna yedirmemiş hatta ve hatta tabiri caizse onları yerden yere vurmuştur.

Filmde gördüğümüz üç aileden ikisinin aile ile ilgisi bile kalmamıştır. Sadece eşcinsel çiftin mutlu bir aile yaşantısına şahit oluruz. Öyle ki bu eşcinsel çiftimiz hariç filmdeki diğer karakterlerin hiç biri masum değildir. Başta hikâyeyi kendi ağzından dinlediğimiz, izleyici ile özdeşlik kurdurulan Lester Burnham olmak üzere herkes fazlasıyla olumsuz özellikleri ile var olurlar filmde. Lester kızının arkadaşı ile fantezi hayalleri kuracak kadar değerlerini kaybetmiş, karısı hırsları için her şeyi yapabilecek derecede insanlıktan çıkmış, kızları ise ergenliğe de sırtını dayayarak nefretinin kölesi olmuştur. Çok uzağa değil hemen kapı komşusu olan ailenin ise onlardan kalır yanı yoktur; baba homofobik bir nazi hayranı, anne katotik depresyon hastası, çocuk ise uyuşturucu satarak aldığı kamera ile röntgencilik yapan bir gençtir. Bir de Lester’in saplantılı şekilde düşlediği Angela var ki filmin en acınası karakterlerinden biridir; toplum tarafından yaratılmış hazır maskelerden birini kendine seçmiş ve o maskenin kurbanı olmuştur.

Orta sınıf aile hayatı eleştirisi olan American Beauty aynı zamanda bir banyo dramıdır. Muhteşem görsellikteki hayal ve rüya sahneleri sinefillerin aklından çıkmayacak eşsiz fotoğraf kareleri barındırır. Ki Angela’nın banyo küvetindeki gül yaprakları içerisindeki sahnesi hafızalara kazınmıştır. Angela’yı canlandıran Mena Suvari de o yıllardan beri sinemanın en genç ve seksi femme fatale’i olarak akıllarda kalmıştır.