24.08.2022

Moulin Rouge: İhtişamın Dansı

Konuk yazar: Oğuz Albayrak

Avustralya sinemanın bereketli topraklarından biridir. Nicole Kidman, Cate Blanchett gibi oyuncuların yanında Jane Campion, Baz Luhrmann da bu topraklarda doğmuş ve büyümüş isimler. Başarılı olan her sinemacının gerekli şansı yakaladığı taktirde Hollywood radarına girdiğini hepimiz biliyoruz. Strictly Ballroom (Dans ve Aşk) ile başlattığı Kırmızı Perde üçlemesinin ilkiyle dikkat çeken Baz Luhrmann serinin devamını getirmek amacıyla sinemanın kutsal topraklarına adım attı. İkinci film post modern Shakespeare uyarlaması Romeo + Juliet’in ardından kariyerinin zirvesi Moulin Rouge! (Kırmızı Değirmen) ile üçlemesini tamamladı. 

2001 yılının ses getiren ve En İyi Film dahil toplam sekiz dalda OSCAR adayı olan Moulin Rouge! benzerine pek kolay rastlayamayacağımız vizyonu ile filmler üreten bir sinema adamı olduğunun sinyallerini veren bir yönetmenden, tutkulu bir aşkın etrafında dönen dönem filmi havasıyla gösterime çıktığında tabiri caizse bizleri ters köşeye yatırdı. Fragmanında post modernizmin izlerini görmüştük ama karşımızda görselliği ile insanı büyüleyen bir yapım vardı. Son derece basit bir öykü gibi kurgulanmış hatta birçoğumuzun dalga geçtiği ama naifliğiyle de görmezden gelemediği eski Türk filmlerini andırıyordu. Aşık bir adam ve verem olmuş bir kadın…

Luhrmann’a yöneltilen en büyük eleştiri filmlerinin hikâyeden yoksun olmasıdır. Bunun üzerinde çok durduğunu sanmıyorum zira yaptığı bir açıklamada Moulin Rouge! için aklında oluşan görsel imgeleri peliküle aktarmak için hikayeye ihtiyaçlı olduğunu söylemiştir. Bunu da film başlar başlamaz gözümüze sokuyor aslında çünkü film daha en başta sonu ayrılıkla bitecek bir aşkı izleyeceğimizi dürüst bir şekilde zaten bize söylüyordu. Gelin görün ki Nicole Kidman’a ilk OSCAR adaylığını getiren Satine son nefesini verdiği an sanki öleceğini bilmiyormuşuz gibi gözyaşlarımıza hakim olamıyorduk. Yönetmenin müzik kullanımındaki tercihler Moulin Rouge! söz konusu olunca hikaye eleştirilerinin tam aksi tarafında yer alıyor. Tüm bunların bir araya geldiği noktada aslında bir film izlediğimizin de farkında olmamızı sağlıyor Luhrmann zira daha önceki tecrübelerimizde olduğu gibi seyirciyi bir şekilde filmin içine çekerken aba altından sopa gösterir gibi kamera tercihleri ve MTV kurgusuna taş çıkartan hızı ile diğer taraftan da ufak ufak yabancılaştırıyor. 

Yukarıda belirttiğim sekiz OSCAR adaylığı içinde En İyi Yönetmen kategorisinde adaylık yoktur ve o yıl töreni sunan Whoopi Goldberg de bu durumla inceden dalgasını geçerek “Ortada tamamen bir yönetmenlik başarısı varken filmin yönetmenini aday göstermemek nasıl bir durumdur anlamış değilim” diyordu. Kostüm tasarımları, setleri, makyajı, görüntüleri ile tam bir görsel şölen olan film 127 dakika boyunca izleyiciyi koltuğuna çivileyerek kah güldürüp kah ağlatarak akıp gidiyor. Elimizde kalan ise bohem bir aşkın yıkıcı etkileri ile Kidman ve McGregor’un eşsiz yorumuyla Mevlana misali yorumlanabilecek Come What May oluyor.