23.05.2020

Normal People: Aşk Her Şeyi Affeder mi?

*Dikkat: Bu yazı, dizideki sürpriz gelişmeleri ele vermektedir.

 

“Güzel günlerimizi, onların farkında olmadan yaşarız”.

Arthur Schopenhauer bu sözü Marianne ve Connell için söylemiş sanki.

Marianne ve Connell, İrlandalı yazar Sally Rooney’nin ikinci romanı ve dünya çapında çok satan eseri Normal People’ın (Normal İnsanlar) başkarakterleri. Bu iki hassas ruh, nihayet BBC ve Hulu bünyesinde ekranlarda hayat buldu ve kitap yarımşar saatlik, on iki bölümlük bir dizi halinde uyarlandı. Sonuç? Marianne ve Connell çifti Romeo ve Juliet’ten sonra gelmiş geçmiş en büyük aşıklar listesinde yerini almış görünüyor. Sosyal medyada ikili için türlü methiyeler düzülürken, Connell’ın boynundan hiç çıkarmadığı gümüş kolyeye bile yüz bin takipçili bir instagram hesabı açılıyor. Velhasıl, diziyi izleyenlerin bir kısmında böyle bir çılgınlık hakim ve uzun süre de durulacağa benzemiyor.

Normal People liseden üniversiteye uzanan bir zaman diliminde iki gencin tutkulu ve bir o kadar da engebeli ilişkisini anlatıyor. Marianne Sheridan bir malikanede annesi ve ağabeyi ile yaşayan, okulda sınıf arkadaşları tarafından sistematik olarak aşağılanan, kendisine yapılan “çirkin” yakıştırmasını sonuna kadar benimseyecek kadar özgüven eksikliği yaşayan, zeki ve biraz sivri dilli bir uyumsuz. Annesi Marianne’lerin evinde temizliğe giden Connell Waldron ise Marianne’i aşağılayan arkadaş grubunda olan ama ona hakaret etmekten imtina eden, yine de Marianne’in aşağılanmalarına da tepki göstermeyen, Marianne’den cinsel anlamda daha deneyimli, popüler ve sporcu bir kas yığını görüntüsünün altında içine kapanık bir edebiyat kurdu olan bir başka gizli uyumsuz.

Küçük Kasabanın Büyük Dertleri

İrlanda’nın Sligo adındaki küçük bir şehrinde yaşayan Marianne ve Connell herkesten gizledikleri bir ilişki yaşamaya başlıyor. Marianne’in ailesinden göremediği sevgiye ve beğeniye olan açlığı Connell ile yaşamaya başladığı tutkulu ilişkinin gizliliğine boyun eğmesine yol açarken, Connell’ın bu ilişkiyi saklamak istemesindeki neden “arkadaşlar ne der?” kaygısıyla, muhtemelen kafasında fazlaca büyüttüğü “mahalle baskısının” ürünü olarak, ortaya çıkıyor. Ancak Connell gittikçe aşık olmaya başladığı Marianne’in kalbini onarılmaz bir şekilde kırdığında içine düştüğü dipsiz kuyunun farkına varıyor.

Marianne’in de tanımıyla “başkalarıyla yaptıkları seksle övünmekten” başka hobisi olmayan arkadaş grubu, Connell için adeta bir sığınak, bir güvenli bölge vazifesi görüyor. Zaten ortaokul veya lise çağları değil midir belki de farkında bile olmadan en büyük şapşallıkların yapıldığı zamanlar? Yine aynı çağlar değil midir arkadaş söylemlerinin kanun hükmünde olduğu zamanlar? Kabul görmek ve beğenilmek. Bu iki hissiyat tutuk ve kaygı dolu Connell için hayati önem taşıyor. Marianne ise bu zehirli çemberin dışında durmaya çalışıyor ancak o da başka insanların ne düşündüğünü umursamıyor görünse de ailesinin, özellikle de ağabeyinin zehirli oklarına karşı çok da dayanıklı duramıyor.

Aşk Sınıf Tanır mı?

Okulun en başarılı öğrencisi Marianne ile aylak arkadaş çevresine rağmen gayet çalışkan bir öğrenci olan Connell için Sligo’dan kurtuluş yolu üniversiteye gitmektir. Marianne’in bulunduğu konum itibariyle üniversiteye gitmesi zaten beklenirken, Connell belki de arkadaş grubu içinde üniversite hayalleri kuran tek kişidir. Dublin’de bulunan Trinity Üniversitesi’ne geldiklerinde ise şartlar değişir. Marianne’in lisenin kısıtlı sosyal ortamında pek pirim yapmayan zekası ve nüktedanlığı üniversitede kendisine iyi bir çevre oluşturmasını sağlarken, Connell küçük şehir sıkışmışlığını ve lisedeyken “havalı” karşılanan utangaçlığını üzerinden bir türlü atamadığı için özellikle ilk sene uyum sıkıntısı yaşar. Marianne’in “hiçbir şey hakkında hiçbir şey söylemiyorsun” dediği Connell’ın kendi sesini bulma süreci çok sancılı olur. Buna karşılık Marianne’in de kendi gücünü keşfedişi ve öz değer duygusunu kazanma yolunda verdiği çaba aynı şekilde sıkıntılıdır.

Marianne’in üst orta sınıf ailesi yapısının yanısıra annesi Lorraine’in Sheridan malikanesinde temizliğe gittiği gerçeği karşısında Connell’ın zamanla daha çok ezildiğini, ve aslında parasızlıktan mustarip olduğunu lise hayatı sona erip ergenlikten yetişkinliğe adım attığında ara ara ekrana yansıyan yarı zamanlı çalışma sahnelerinde görüyoruz. Sonrasında İtalya’da Marianne’lerin yazlığında yaptıkları konuşmada “Dünya’yı gerçek yapan para, değil mi?” derken anlıyoruz ya da üniversitede kazandığı bursa delice sevinirken gördüğümüzde. Ancak bu durumu çok derinlerde bir yerlerde onur meselesi yaptığını ise işini ve dolayısıyla kalacak yerini kaybettiği zaman yaz boyunca Marianne’in yanında kalmayı soramamasıyla fark ediyoruz. Bu Marianne’i bir kez daha kaybetmesine sebep olsa bile.

Sinemasal Bir Tat, Şiirsel Bir Doku

Peki bu iki uyumsuzun çok dalgalı ilişkisini hem inanılmaz derecede güçlü hem de bir o kadar kırılgan kılan ne?

Bu sorunun cevabı Marianne ve Connell arasındaki karşı koyamadıkları çekimde yatıyor. Bu sadece cinsel bir çekim değil, bu iki karakterin “mış gibi” yapmadan beraberken kendileri olabildikleri nadir anlarda saklı olan, kimi zaman korkutucu gelen bir çekim. Bu çekim hem oyuncular Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal arasındaki inanılmaz kimya sayesinde hayat buluyor, hem de en özel anlarında kameranın odaklanmayı seçtiği bir el hareketiyle, elde sıkıntıyla evirilip çevrilen bir kitapla, kaçamak bir bakışla, kırık bir gülümsemeyle veya titrek bir dokunuşla taçlandırılıyor. Ayrıca, dizinin en çok konuşulan yönlerinden biri olan oldukça cesur sayılabilecek kimi sahneler karakterlerin arasındaki bağın güçlülüğünü olduğu gibi yansıtmaları açısından önem taşıyor.

Normal People’ın bu tür minik ama büyüleyici anlara gösterdiği aşırı özenin yanında hiç acele etmeden tıkır tıkır işleyen ve durağanlığıyla paralel olarak gittikçe derinleşen bir tarafı var. Bunu da yazar Rooney’nin bizzat katkıda bulunduğu senaryodan başka, ilk altı bölümde Room’un Dublin’li yönetmeni Lenny Abrahamson’a ve son yarıda yönetmenliği başarıyla devralan Hettie MacDonald’a borçluyuz. MacDonald, Abrahamson’ın tüm çıplaklığıyla soğuk mavi tonlarda yansıttığı İrlanda kasvetini biraz daha sıcak sepya tonlara dönüştürüyor ve bu değişim asla sırıtmıyor.

Dizinin bir başka kozu ise müzikleri. Her bölüm sonunda çalan kimi daha klasik kimi nispeten yeni şarkılar karakterlerin büyüme sancılarına eşlik ediyor. Yazoo’dan Imogen Heap’e, Caribou’dan Ane Brun’a uzanan çok geniş bir yelpaze bu.

Kendi Sesini Bulan Bir Uyarlama

Genelde uyarlamalar söz konusu olduğunda her şeye rağmen uyarlanan eserin bir derece üstün tutulma eğilimi görülür. Normal People ise neredeyse boynuz kulağı geçmiş dedirtecek kadar başarılı bir uyarlama ancak kitabı okuyanlar için karakterlerin motivasyonlarını anlamak kimi zaman daha kolay olurken, salt uyarlama izleyicisi için bu kısımlar biraz muallakta kalıyor. Karakterlerin romanda hayat bulan içsesleri Marianne’in durup dururken neden “öyle” dediğini, veya Connell’ın en can alıcı noktada neden “bir şey söylememeyi” seçtiğini biraz daha anlamlı kılarken, dizide bu anlar ya oyuncuların mimiklerine ve seyircinin tahminine bırakılıyor ya da, nadir de olsa, içsesleri diyalog haline dönüşüyor. Bu yüzden dizideki Marianne ve Connell, romandakilere göre daha bir gizemli denilebilir. Kimi zaman aralarındaki yanlış anlaşılmaları inanılmaz kılacak kadar hem de. Bu durum, gencecik oyuncular Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal’ın omuzlarına da ağır bir yük bindiriyor ama yine de bu yükün altından son derece başarıyla kalkıyorlar. Özellikle, Connell’ın terapi seansının olduğu sahnede Mescal, son yılların en çıplak ve samimi performanslarından birini sergiliyor. Bütün bunlar, uyarlamanın kitaptan ayrı ve kendi sesini kazandığı bir noktada konumlanmasını sağlıyor.

Sonuç olarak Normal People sınıfsal farklılıkların yarattığı, asırlardır süregelen sorunları ve bu gerçekliğin etkilediği “normal” insanları, onların ikili ilişkilerini, aşk acılarını, yanlış anlaşılmaları ve “mahalle baskısı” olarak da tabir edilen olgunun aslında hayatımızın dip köşe her yerine nasıl sızdığını irdeleyen özgün bir yapım. Bu yüzden izleyicinin bam teline dokunup, Marianne ve Connell nezdinde en karanlık taraflarıyla yüzleşmesini sağlıyor. Bunu da büyük bir incelikle yapıyor.

O zaman, romanda yer alan ve dizinin şiirsel bir görsellikle aktarabildiği şu cümlelerle bitirelim.

“… kusursuz bir golü seyretmek gibi, ışığın yaprakların arasından süzülen hışırtısı gibi, sokaktan geçen bir arabanın camının arkasından duyulan bir müziğin sözleri gibi. Her şeye rağmen hayat böyle neşeli anlar sunar.”