02.06.2017
Orange is the New Black
Piper Kerman’ın gerçek hapishane deneyimlerine dayanan dizi, Piper Chapman adı ile diziye yansıyan beyaz Amerikalı bir karakterin 20’lerinin henüz başlarındayken bulaştığı uyuşturucu işi yüzünden yıllar sonra eski sevgilisi Alex’in de “etkisiyle” hapse girmesinin ardından yaşananları konu alıyor. Başlarda sadece Piper Chapman’ın hapishanede yaşadıklarını anlatacakmış izlenimi verirken, asıl başarısını gerçekçi atmosferi kadar çeşitli etnik kökenlerden gelen karakterleriyle yakalıyor dizi.
Orange Is The New Black gerçek bir mozaik. Gerçekten de yalnızca Piper’ın yaşadıklarını konu alan, zaman zaman da diğer karakterlerin sırf renk katsın diye gösterildiği bir dizi olarak kalsaydı, öylesine izlenip hemen unutulacak diziler kervanında yerini çoktan alırdı Orange is the New Black. Neyse ki, kült dizi Weeds’in de yaratıcısı olan Jenji Kohan’ın yapımcısı olduğu dizinin derdi çok başka ve sürprizlerle dolu. LGBT bireyler, gayler, siyahlar, İspanik kökenlileri içeren çok renkli karakterleriyle kadınlar hapishanesinde geçen bir diziden beklenecek sertlikte kendine yer bulan cinsiyetçilik, adalet sistemi, suç kavramı, ikiyüzlü otorite, yozlaşmış politikalar üzerine eleştirileri ve toplumdışılık sorunsalı üzerine sözünü sakınmayan ve bunu yaparken de eğlenceli ve mizahi tavrını elden bırakmayan bir dizi söz konusu. Diğer hapishane dizilerinde de rastladığımız hapishane hiyerarşisi, güç savaşları, zorbalıklar ise bölümler ilerledikçe daha da katmerleşerek işleniyor.
Her bölümünde farklı bir karakterin geçmişine ve öyküsüne vurgu yapan dizilerden biri olan Orange is the New Black, komedi-drama işlevini fazlasıyla yerine getiriyor birbirinden farklı kadınların hikâyelerini ekrana yansıtırken. Çoğu dizide karikatürden öteye geçmeyen bir şekilde karşımıza çıkan kadınların hikâyeleri ile dizi sektörü ve sinema ile dizilerde kadın karakterler üzerine bir kez daha düşündürüyor izleyiciyi. Siyahi karakterler Poussey ve Tastee’nin zengin beyazlarla dalga geçtikleri diyaloglarda gülmekten yerlere yatarken, “Crazy Eyes” lakaplı Suzanne’in sarf ettiği bazı sözler ve Suzanne gibilerinin bu dünyada konumlandırıldığı yer yüreğimizi burkuyor. Trans birey Sophia’nın sırf varlığı bile yeterken birçok şeyi anlatmaya, normalde yaptıklarını abartılı bulacağımız Morello’nun umutsuz sevgi arayışı ile bile empati kurmak mümkün. Kanser hastası eski banka soyguncusu Rosa, aktivist rahibe Ingalls, eski bağımlı gay Nicky ve diğerleri. Fakat ilk sezonda terör estiren Redneck Pennsatucky’i bile anlayabilirken (müthiş oynayan Taryn Manning’in de etkisiyle), bir gardiyanla ilişkiye girmekten başka bir özelliği olmayan Dayanara’ya şahsen katlanamadığımı belirtmek isterim.
Hapishanedeki güçlülerin savaşı, Red’in tüm ağırlığına karşın ikinci sezonda karşımıza çıkan sosyopat Vee ile zorlukla başa çıktığı bölümlerde iyice ayyuka çıkıyor. Özellikle diğer karakterlerin ele alınma biçimini göz önünde bulundurursak, Vee diziye yakışmayacak şekilde tek boyutlu olarak yansıtılıyor. Güç savaşı gereksiz yere uzatılıyor ve 2. sezonun bir kısmında diğer bazı karakterler, örneğin Sophia, geri planda kalıyor. 2. sezon finalinin ise çoğunluk için tatmin edici olduğu söylenebilir. Don’t Fear the Reaper şarkısı ile sonlanan bir bölümün kötü olamayacağına olan inancımız her daim baki (Bir diğer örnek için bkz: Six Feet Under.)
Orange Is The New Black, tüm bu karakterler ve bu karakterleri canlandıran yetenekli oyuncu kadrosunun etkisiyle televizyon dünyasına şimdiden birkaç anti kahraman armağan etti bile. Piper Chapman’ın hikâyesiyle başlayan dizi, 2.sezonda Piper’ın geri planda kalmasıyla risk alırken, hapishane yönetimindeki çalkantılara yer vermeyi de ihmal etmiyor. İyi ve kötü, kurban ile suçlu, karanlık ve aydınlık iç içe geçerken, “Tüm bu kadınlar yanlış anlaşılmış suçlular” şeklinde beylik bir yorumla özetlenemeyecek denli girift yapıda bir dizi var karşımızda.