27.05.2017

Philomena: Kayıp Geçmişin İzinde

Philomena, oğlunu arayan bir kadının gerçek hikâyesi. Philomena genç bir kızken evlilik dışı bir çocuk dünyaya getiriyor. “Lekeli kadın” etiketiyle rahibeler manastırında buluyor kendini. Philomena oğlunu evlatlık vermeye zorlanıyor. Koyu Katolik rahibeler oğlunu elinden alıyorlar ve Philomena bir daha da oğlundan haber alamıyor. Philomena sonrasında hayatını yeniden kuruyor fakat içinde hep bir yitiklik duygusu ve çöreklenmiş bir acı olarak kalıyor bu kaybı doğal olarak. Philomena’nın öyküsü ünlü bir politika yazarı olan Martin Sixsmith’in dikkatini çekiyor ve Sixsmith Philomena’ya oğlunu bulmasında yardımcı olmaya karar veriyor. İkilinin arasında birtakım zıtlıklarına rağmen kısa zamanda bir dostluk oluşuyor ve arayışlarında kendilerini Amerika’da buluyorlar.

Bu şekilde anlatınca çok fazla bir özelliği olmayan, izlendikten sonra bir süre üzülüp unutulacak, bilindik bir biyografik drammış gibi geliyor kulağa film, oysa Philomena girişte verdiğimiz özetten fazlasını sunuyor neyse ki. Gerçeklere dayanan duygusal bir öykü sunarken asıl derdinin koyu muhafazakâr kesimlerin ikiyüzlülüğünü vurgulamak olduğu görülüyor. Aynı zamanda filmin yapımcısı ve senaryosunu uyarlayanlardan biri olan Steve Coogan’ın oynadığı gazeteci Sixsmith’in varlığı da medyanın oyuncak ettiği kişisel trajedilere bir gönderme. Filmde medyanın manipulatif özelliği maalesef fazla vurgulanmasa da, Coogan’ın oynadığı karakterin vicdan muhasebesi denge işlevi üstleniyor.

Frears medyadan çok kiliseye yöneltiyor eleştirilerini. “Acımasız, zalim, soğuk, ikiyüzlü kilise” eleştirisi, Frears’ın bu filminde de yerini alıyor. Artık kilisenin veya dinlerdeki ikiyüzlü bağnazlığın klişe bir şekilde ele alınmasından bıktığımızı belirtmek istiyoruz fakat filmin hikâyesinin gerçek olaylara dayandığı bilgisi bizi bunu açıkça dile getirmekten alıkoyuyor. Yine de, gerçek bir öyküye dayanıyor olsa bile, nüfuzlu kötücül güçlere olan eleştirel bakışın filmlere “kör gözüm parmağıma” olarak yansımasının gerekmediği kesin.

Gerçek hikâyeye dayanan ödül avcısı filmlere alışkınız. Philomena’da edebiyat uyarlamaları konusunda akla gelen en önemli isimlerden biri olan Stephen Frears yönetmenlik koltuğunda (Benim favorim High Fidelity.) Film kimi zaman bir televizyon filmi hissiyatı yaratırken, dramatik öykü yapısının yerine Philomena’nın karakterinin öne çıktığı bölümler filmin en incelikli ve kayda değer bölümlerini oluşturuyor. Bu noktada Judi Dench’e hakkını teslim etmek boynumuzun borcu. Zaman zaman çoğu filmde hep aynı rolü oynuyormuş izlenimini veren Judi Dench, Philomena rolünde en dolaysız, yoğun ve etkili performanslarından birini gerçekleştiriyor. Bu rolü Meryl Streep’in oynadığını düşünün. Philomena’nın kendisinden çok Streep’in abartılı oyunculuğunun veya abartılı olmasa bile Streep’in meşhur personasının öne çıktığı bir film izlerdik. Sonuçta bu bir İngiliz filmi. Judi Dench Philomena ne denli trajik olaylar yaşamış olursa olsun karakterinde mizahi yönler bulmayı başararak daha çok bağlıyor izleyiciyi filme ve tipik bir dram izlemediğimizi bize hissettiriyor. Ateist Sixsmith’le tüm yaşadıklarına rağmen hala inancından vazgeçmeyen affedici Philomena’nın arasında geçen diyaloglarla da film zenginleşiyor.

Philomena akıcı ve duygusal bir film olmakla birlikte, Frears’ın televizyona yaptığı filmleri hatırlatan, keyifli yönleriyle dramatik öyküsünün altında bunaltmayan, seyri rahat bir film. Affediciliğin ne çetrefilli mücadeleler gerektiğine dair şaşırtıcı finali de enteresan tartışmalara gebe.