13.05.2016
Self/less: Zengine Ölüm Yaraşmaz
Gelecek hep daha iyisini getirecek veya teknoloji hayatı kolaylaştıracak gibi tezlerin çürütülmesini izledik yıllarca “distopik” denilen filmlerle ve izlemeye devam ediyoruz. Aç gözlü olan insanoğlu hep daha fazlasını istediğinden hayallerin bile sınırları zorlanıyor ve yenilik, teknoloji adı altında her gün bir gelişme atılıveriyor önümüze. Tabii bunların ne kadarına sıradan insan ulaşabiliyor, orasını kestirmek güç olmasa gerek.
Hatrlarsınız, iki sene once Elysium adlı bir film izlemiştik. Dünyadan görülebilen ama uzakta bir koloni kurmuştu “üst sınıf” kendine. Tamemen steril, her derde deva olan teknolojiyle donatılmış bir başka “dünya”. Aslında hep konuşulan bir şey vardır dünyanın gidişatıyla ilgili. Dünya yaşanmaz bir hale geldiğinde elbet “seçilmiş” bir zümre kendine yeni bir yaşam alanı bulacak diye… Tabii bu seçilmişlik çok uzun zamandır zenginlikle eşdeğer bir kelime olarak tasavvur ediliyor. Seçilmiş olmayı da satın alabiliyorsunuz yani. Tüm bunların Self/less’le ne ilgisi var diye düşünebiliriz aslında.
Self/less, ölümsüzlüğü hedeflemiş, hırslı bir doktorun (Albright / Matthew Goodie) ve onunla yolu kesişen zengin bir adamla (Damient /Ben Kingsley) daha önce asker olduğunu öğrenebildiğimiz baş kahramanımızın (Genç Damien – Mark/ Ryan Reynolds) öyküsünü anlatıyor izleyiciye. Yönetmen koltuğunda da Tarsem Singh oturunca (The Cell, 2000 / The Fall, 2006) insan haliyle bir beklenti içine giriyor tabii.
New York şehrini yaratmış, donatmış adamlardan Damien kanserle mücadele eden bedenini yenilemek istediğinde akla gelen ilk şey Damien’in bu dünyaya ne kattığı aslında. Kızı büyürken New York şehrindeki binaları yıkıp yenisini yapmakla uğraşan bir nevi inşaat canavarı bile diyebileceğimiz kapitalist düzenin uşaklığından beyliğine yükselmiş Damien’ın yukarıda sayılan bilim insanlarının yanında nasıl bir değeri var da yeni bir bedeni hak ediyor? Burada değer sözcüğünün yerini para ile doldursak Damien’in yeni beden hakkına kavuşması anlam kazanıyor Doktor Albright’ın nazarında. Yani öyle yüksek perdeden konuşulan amaçlar değil, tamamen zenginliğe hasrolunmuş bir teknolojiden bahsediliyor Self/less’te. İş bununla da kalmıyor tabii, laboratuvarda üretilen bedenlerin gerçeği de ortaya çıkınca film iyice bir ahlâk savaşına dönüşüyor ve bu savaştaki saflar kendini belli ediyor. Gözünü hırs ve para bürümüş Doktor Albright bir yanda kalırken karşısına Damien’in evrilmiş hali çıkıyor. İşte bu noktada aslında para, hırs ve başarı yönünden eşleştirebileceğimiz Doktor ile Damien, nasıl oluyor da zıt kutuplara dönüşüyorlar? Filmin en büyük başarısızlığı Damien’ı dönüştürmekte naiflik derecesine varan aile değerleri sömürüsü. Damien bedenini aldığı Mark’ın ailesiyle kurduğu yakınlık, kendi kızına yaptığını düşündüğü haksızlıklar Damien’i bu kadar çabuk dönüştürüveren unsurlar…
Self/less, bilim-kurgu öğelerini acemice harcamış, naiflik derecesini dengede tutamamış bu yüzden de yönünü pek çizememiş bir film. Kolayca harcanıvermiş olsa da çekici bir hikâyesi var, en azından bir noktaya kadar. Gerçi yeni kimlik/yeni yaşam hikâyeleri daha önce de anlatıldı. Özellikle John Frankenheimer’ın paranoya üçlemesinin son halkası olan Seconds (1966) bu hikâyelerin ulaşabileceği zirve noktalardan biridir. ancak Self/less’in Seconds’ın açtığı kapıdan yürümek gibi bir derdi yok. Aksiyona evrilmesi de izlenmesini kolaylaştırıyor diyebiliriz. Bu yönüyle de Damien’ın genç halini canlandıran Ryan Reynolds’ın ekran personasından fazlasıyla yararlanıyor.