21.07.2017

Sinefil Günlüğü: Mon oncle

Tati’nin Sinema Tarihine Bıraktığı En Değerli Hazine

Fransa’nın en önemli ustalarından Jacques Tati, uzun yönetmenlik kariyerine sadece altı uzun metraj sığdıran bir yönetmen. Filmlerinin hepsine aşırı derecede özen gösteren Tati, onları adeta ilmik ilmik dokumuş, senaryosundan, mekân tasarımına, kullandığı imgelere kadar hepsini tek tek düşünüp, tasarlamıştır. Üstelik sadece bunlarla da kalmaz; ikinci filminden itibaren yarattığı Mösyö Hulot karakteriyle kamera karşısında da arzı endam eder. Bu anlamda Charlie Chaplin ve Buster Keaton ile birçok noktada birleşirler. Fakat Tati, Chaplin ve Keaton gibi sessiz sinema döneminin değil sinemanın renklendiği ve seslendiği bir döneme denk düşer. Ayrıca yarattığı Mösyö Hulot karakteri Şarlo ya da Keaton’un karakterlerinden daha sakin, daha edilgen bir yerde durur. Bu etkenler de zaten Mösyö Hulot’un farkını ortaya koymaya yeter hiç kuşkusuz.

Lakin edilgen dediysek yanlış anlaşılmasın: Mösyö Hulot, eleştireceği mevzuları sadece olay üzerinden değil de durumu göstermek üzerinden ortaya koymayı tercih etmiştir. Kısa pantolonu, uzun pardösüsü, şapkası, şemsiyesi ve ağzından düşürmediği piposuyla incelikle çizilmiş, zarafetin tam karşılığı bir karakterdir. Geleneksel olana sahip çıkmış, moderniteye her daim mesafeli durmuş olan Mösyö Hulot, sakin ve centilmen yapısını ise hafif öne eğik hareketleri, her an reverans yapacakmış gibi duruşu ve neredeyse hiç konuşmamasına borçludur. Bu müstesna beyefendinin karşımıza çıkıp da moderniteye bugüne kadar yapılmış en etkili hicvi icra ettiği Mon oncle ise muhteşem bir yapımdır. Oscar’da Yabancı Dilde En İyi Film Ödülü ve Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nün sahibi olan Mon oncle, Tati tarafından sinema tarihine bırakılmış en değerli hazinelerden biri olarak anılmayı fazlasıyla hak eder.

 

Modern ile Gelenekselin Çatışması

Mon oncle, Tati’nin moderniteye olan öfkesinin en üst noktası değildir elbette. Tati, Playtime ve Trafic’de daha da tavrını keskinleştirme yoluna girer. Mon oncle’da ise moderniteye olan eleştirisini yapmak için kendine geleneksel ile moderniteyi bünyesinde taşıyan bir şehir seçer. Mösyö Hulot’un yaşadığı mahalle geleneksel olanı; kız kardeşinin ailesiyle birlikte yaşadığı Arpel malikânesi ise modern dünyayı temsil eder. Mösyö Hulot sayesinde birbirine yıkılmak üzere olan bir duvar (geleneksel yaşam ile modern yaşamın arasındaki çizginin ne kadar inceldiğini anlatmak ister bu çökmekte olan duvar ile Tati) ile bağlı iki dünya arasında gidip geliriz sürekli. Böylece modern yaşam ile geleneksel yaşam arasındaki farkı, güçlü bir çatışma ile bizlere sunmuş olur Tati.

Mösyö Hulot’un yaşadığı mahalle insanların birbiriyle iletişim halinde olduğu, geçmişten bu yana insan ilişkilerinin asıl mekânı olmuş olan pazar kültürünü hâlâ yaşatan, çocuk seslerinin, kuş seslerinin eksik olmadığı bir şekilde çizilir. Pis sokaklarıyla üst sınıfın steril hayatından uzak, iç içe geçmiş evleriyle de birbirinden uzaklaşarak, komşuluk ilişkilerinin öldüğü burjuva kesimden farklıdır bu mahalle. Üstelik tembelliği de çok sever mahalle sakinleri (yerleri bir türlü sohbet etmekten süpüremeyen çöpçü ile müşteri ile ilgilenmek için bile rahatını bozmayan satıcı) çünkü hırslarının, mülkiyetin ve eşyalarının kölesi olmamış, özgür bireylerdir onlar. Peki, diğer tarafta hayat nasıl yaşanır?

Başarılı Bir Modernite Hicvi

Mösyö Hulot’un yaşadığı mahalle ne kadar tanıdık, içtense Arpel malikânesi ise bir o kadar yabancı ve uzaktır bizlere. Öncelikle şunu belirtmek gerek ki: Arpel malikânesi, üzerinden yarım asırdan fazla geçmesine rağmen şu an bile yaşanılan hayatlara uzak bir şekilde çizilmiştir. Elbette Tati, üst kesim Fransızların hayatını hicvederken abartıdan sakınmaz. Yüksek duvarlarla çevrili ev, havuzlu, birkaç katlı bir malikânedir. Buraya kadar her şey normal elbette. Fakat güya modern tasarımlı olan ama absürt olmaktan öteye gidemeyen mobilyalar, tamamen düğmelerle, otomatik olarak çalışan eşyalar ve daha niceleri oldukça farklıdır. Ve tüm bunların kölesi olmuş evin sakinleri. Zira sürekli bozulan ve aksilik çıkaran bu üstün tasarım eşyalar, her fırsatını bulduklarında sahipleriyle adeta dalga geçer gibi oynarlar.

Bu eşyaları kullanmak, onları başkalarına adeta bir sergi gezdiriyormuşçasına göstermek, tanıtmak amacıyla eve hapsolan Arpel ailesi, güya daha ayrıcalıklı bir hayat yaşayan üst sınıfın zavallılığını gözler önüne serer. Mösyö Hulot’un mahallesinde ise herkes dışarıdadır. Sürekli gezerler, eğlenirler. Sürekli dışa doğru bir ilişki çıkar karşımıza. Oysa Arper ailesinin küçük oğlu Gerard hariç, sadece eğlenmek için bir defa dışarı çıktıklarını görürüz. Bu durumdan da pek mutlu olduklarını söyleyemeyiz. Gerard ise henüz çocuk olduğu için bu modern hayatın yapaylığına bulaşmamış, dayısı ile sürekli diğer dünyaya kaçmanın fırsatını yaratan bir çocuktur.

Ses tasarımı ve Mizansenin Başarısı

Tati bu iki mekân arasındaki geçişleri ise öylesine başarılı bir şekilde yapar ki… Tati teknik olarak da mekânlar arasındaki uyumsuzluğu destekler: Mösyö Hulot’un mahallesi renklerin adeta dile geldiği, içimizi ısıtan müziğin eksik olmadığı, çocuk sesleri ve kuş seslerinin birbirine karıştığı sahnelere ev sahipliği yaparken; Arpel malikânesinde gri rengin baskınlığı mekanik seslerin üstünlüğü kendini belli eder. Müzik ise asla duyulmaz. Bu durum Charles Arpel’in iş yerinde de aynı şekilde devam eder. Tati özellikle ses kurgusunda oldukça başarılıdır. Zira birçok durumu diyaloglar üzerinden değil de ses tasarımı üzerinden anlatmayı tercih eder. Zaten Tati filmlerini izlerken çoğunlukla sessiz film izliyormuşsun gibi hissetmemek mümkün değil. Özellikle Mösyö Hulot’un neredeyse hiç konuşmadığını, daha çok konuşan Arpel ailesinin ya da komşularının ise birbirlerinin yüzlerine bakmadan konuştuklarını, yani bir nevi diyalog değil monolog kurduklarını da görürüz.

Filmde kendimizi oldukça uzak hissedeceğimiz karakterlerle özdeşlik kuramadığımız gibi Tati sinemasında aslında hiçbir karakterle bunu başaramayız. Zira Tati, Mösyö Hulot ile bile tam bir özdeşlik kurmamızı istemez. Filme ve karakterlere mesafeli durmamızı, böylece anlatılmak istenenleri kaçırmayıp, meseleyi irdelememizi, düşünmemizi ister. Tıpkı Fransız Yeni Dalgası’nda olduğu gibi. Bu nedenle de kamerayı asla karakterlere fazla yaklaştırmaz. Genelde uzak çekim ve sabit kamera tercih eder. Ayrıca yine Yeni Dalga’nın durum sineması karşımıza çıkar. Tati filmleri giriş-gelişme-sonuç üzerine kurulu bir sinema anlayışına asla yaklaşmamıştır bile. Çözülmesi gereken bir meseleyi çözmek gibi bir derdi olmadığı gibi aksine sadece olanı sunarak, eleştirisini yapmaktır amacı. Tüm bunları Tati gibi bir ustanın hayat verdiği, nevi şahsına münhasır karakter Mösyö Hulot sayesinde muhteşem bir gözle bizlere aktaran Mon oncle, hala tanışmayanlar için muhteşem bir deneyim vaat ediyor.