13.05.2016

Son of Saul: Göstermek Etkilemek Değildir

Cannes’da gösterildiği günden itibaren çok konuşulan Son of Saul (Saul fia), ilkin Filmekimi kapsamında seyircilerle buluştu şimdi de vizyonda. Macaristan sinemasının yüzaklarından biri olduğu şimdiye kadar getirdiği şöhretinden belliydi ancak insan görüp tecrübe etmedikçe söylenenler, sadece birkaç övgü cümlesinden öteye geçemiyor.

Son of Saul, László Nemes’in ilk uzun metrajı. Bu önemli bir bilgi çünkü ilk filmle bu başarıyı yakalamak ve adından bu kadar söz ettirmek her yönetmene nasip olan bir şey değil. Üstelik bu başarı ülke sınırları içinde kalmayıp Avrupa’yı da aştı ve film şu an “yabancı dilde en iyi film” Oscar’ının en kuvvetli adayı. Ancak burada esas ilginç olan başrol oyuncusu  Géza Röhrig. Röhrig, bir şair ve yazar, Son of Saul ilk kez oyunculuk yaptığı film ve başrol ona emanet. Nemes’in atmosfer kurmadaki başarısı kadar Röhrig’den böylesi bir performans alması da büyük bir başarı çünkü Son of Saul izlemesi çok kolay olmayan, karakter odaklı bir film. Kamera sürekli Saul’u takip ediyor, onu çerçeveye alıyor ve onun bakışlarına odaklanıyor. Dolayısıyla Saul’u canlandıran kişiye böylesi bir sorumluluk yüklemek için oyuncuya güveniyor olmak da lazım.

Son of Saul, başladığı andan itibaren sizi bir kıskaca alıyor. Bunu sadece duygusal yönden yapmıyor, fiziksel olarak da perdede daralttığı kadrajın içinde tutuyor izleyiciyi. Ele aldığı konuya –ki bu, defalarca anlatılan İkinci Dünya Savaşı, Yahudi soykırımı- sizi dahil ederken kampta sıkışıp kalmış insanlardan biri olarak hissediyorsunuz kendinizi. Üstelik bu insanlar pek de özdeşim kuracağınız kişiler değil. Saul ve Saul’un çerçevesine girdiği ölçüde tanıştığımız diğer kahramanlar, bir toplama kampında çalışan, gaz odalarının bakımını ve temizliğini yapan, yakılan insanların eşyalarını ayrıştıran, külleri nehre atan temizlik görevlileri… Devamlı Saul’u takip eden kamera, Saul’un etrafında olan biteni flulaştırıyor ancak bu tercih olayların etkisini azaltmıyor. Yakılmayı bekleyen çıplak bedenler yerde sürüklenirken görüntü net olmasa da o insanları gözlerinizle görmüşçesine etkileniyorsunuz. Bu, Nemes’in atmosfer yaratmadaki başarısından kaynaklanıyor.

Toplama kampındaki günlük rutin içinde Saul’un gaz odasından canlı çıkan (sonrasında ölen) bir çocuğu fark etmesi ve ardından gerek kendi vatandaşı doktordan yardım istemesi gerekse kendini ve çevresindekileri tehlikeye atarak çocuğun cansız bedenini inandığı dine uygun olarak gömmeye çalışması filmin dramatik hikâyesini oluşturuyor. Belki bu hikâye çerçeve içinde fazla küçük kalıyor ancak bu çabanın, Saul’u ayakta tutmak ve mücadele etmesini sağlamak için de yararı oluyor.

Dakikalar geçtikçe etkisinden hiçbir şey kaybetmeyen ve temposunu sabit tutsa bile izleyiciye devamlı artan bir baskı uygulayan Son of Saul, anlattıklarını perde arkasına gizleyen bir film değil. İzleyene katharsis yaşatacak bir hikâyesi de yok. Ancak biçim ile içeriği o kadar uyumlu ve iç içe geçmiş bir şekilde veriyor ki film bittiğinde dayak yemiş hissi yaşıyorsunuz. Filmin finali de filmin genel anlayışına uygun bir şekilde göstermeden imtina ederek vuruculuk kazanıyor.

Dinledikçe ve izledikçe neler olacağını/olduğunu bildiğiniz bir hikâyeden böylesi bir özgünlük yakalamak filmin esas başarısı. Bunu da yukarıda değindiğimiz kamera açılarından ve başrol oyuncusunun gerçekçi, doğal, etkileyici oyunculuğundan alıyor.

Filmden çok etkileyici bir replikle bitirelim yazıyı: “Ölü biri için yaşayanları hayal kırıklığına uğrattın.” Ancak Son of Saul tek bir anıyla bile sizi hayal kırıklığına uğratmayacak, emin olun.