21.02.2022

The Hand of God: Büyümek mi Büyü(ye)memek mi?

Yolculuk, sinemanın icadından bu yana cazibesini hiç yitirmeyen –ve yitirmeyecek- konulardan bir tanesidir. Bir şehre, anılara, hayallere ve en önemlisi kendi içimize yaptığımız yolculuk… Bunu anlatırken yedinci sanatın nimetlerinden faydalanmak kuşkusuz bu yolculuğun anlatımını süsler. Sinema bu süslemeyi yaparken birçok şeyin altını çizer.

Sinemanın altını çizdiği şeylerden bir tanesi de neyi gördüğünden ziyade “nasıl” gördüğündür. Bu şekilde “ne” gördüğünü bilmek daha da kolaylaşabilir. Hayat da öyle değil midir? Hayat, aslında sinemanın altını çizdiği şeyin ta kendisidir. Hayatta kendimizi konumlandırdığımız yer ve aldığımız pozisyonlar yaşam biçimimize etki ederken çoğu zaman aldığımız yahut almak zorunda kaldığımız pozisyonların farkında olmuyoruz. Ya büyürken aldığımız pozisyonlara ne demeli? Bunların farkındalığı ise ancak ilk yetişkinlik döneminde geliyor.

Yolculukla Büyümek

The Hand of God; henüz ergenlik çağındaki bir çocuğun yapacağı o büyük yolculuğun öncesinde onu, o yolculuğa zemin hazırlayan şeylerin gerçekleştiği zaman dilimini anlatıyor. Film, o kalabalık Schisa ailesinin dağılma öyküsüymüş gibi dursa da Fabietto’nun kendi içinde çıktığı onu büyüten yolculuğun çıkış hikayesi aslında. Fabietto, yönetmen Capuano’nun ısrarla tekrarladığı “anlatacağı hikayeyi” aramaya gidiyor. Aslında tohumları filizlenen hikayeyi ete kemiğe büründürmenin yolculuğu bu. Film bize o yolculuğu anlatmıyor çünkü film özelinde önemli olan o noktaya nasıl geldiğidir.

Filmi aslında ikiye ayırmak gerekiyor. Ailesinin ölümüne kadarki kısım ve ondan sonrası. Şen şakrak bir aile yaşantısından yalnızlıkla yüzleşmek zorunda kalan bir gencin yaşama gayesini aramasına yönelten bir geçiş. Bu noktada “gerçek” devreye giriyor. Maradona hayranlığıyla başladığı filmde televizyonu kapatarak “kendi devrimiyle” ilgilendiği o gerçek hayat dönemine giriyor. Bu gerçek onu büyütüyor. O, o gerçeği sevmese de berbat olduğunu düşünse de onu büyüten o gerçeğe ulaşmak istiyor ki kendi gerçeğini yaratabilsin. Buna da “sinema” vesilesiyle ulaşmayı yeğliyor. Kendi içindeki yolculuğunda enstrümanı da sinemanın ta kendisi oluyor.

Hayallerle Büyü(ye)memek

Büyüme hikâyesi denince akıllara Licorice Pizza (Paul Thomas Anderson, 2021) filmi de geliyor. Bir dönem filminden neyi bulmak istiyorsanız onu fazlasıyla vadeden bu yapım, dönemin sosyo-politik ögelerinden tutun şarkılarına ve kostümlerine kadar birçok detayla ön plana çıkıyor. Bu film klasik büyüme hikayelerinden ayrılıyor bir büyü(ye)meme hikayesini içinde barındırıyor. Genellikle kendini bulma öykülerinde karakterlerimiz olumlu yahut olgun bir yönde “düz” bir çizgide ilerlerken buradaki çizgi biraz zikzaklı. Bu zikzaklar zaten Licorice Pizza filminin en güzel yanlarından birini ortaya koyuyor: Karakterlerin oradan oraya savruluşunu.  Filmin dokusuna o kadar güzel etki ediyor ki bu filmin seyir zevkini üst seviyeye taşıyor.

Bu yazıya Licorice Pizza’yı almamın temel amacı büyüme hikâyeli filmlerinin bağlamına vurguda bulunmak. The Hand of God’da bir tarafta anılarında kendisini bulmak isteyen bir gencin öyküsünü izlerken diğer tarafta hayalleriyle varolan bir gencin büyüme hikayesini seyrediyoruz. Fabietto ne kadar kaçarsa kaçsın anılarında büyüyecekken Gary sürekli yeni bir proje peşinde oradan oraya sürüklenecek. Başarısız da olsa o başarısızlığına aldırmadan yenisini kovalayacak. Onu var eden hayalleriyken Fabietto’yu var edecek anıları olacak. İkisi de o kadar zıt karakterler ki Gary girişkenken Fabietto bir hayli çekimser. Büyüme dediğimiz olgu da bunların olumlu yöne evrilmesi anlamına geliyor. Fabietto artık çekimserlikten kurtulup kendi içsel seyahatini gerçekleştirirken Gary’nin de olgunlaşıp büyümesi elzem bir hale geliyor.

Cevabı Olmayan Sorular

Tekrar The Hand of God’a dönecek olursak yönetmen Paolo Sorrentino’nun hayatından izler taşıdığını bildiğimiz bu filmde ana metin işlerken, film alt metnine aldığı bazı meselelerin içini tam dolduramıyor. Sonuca bağlanamayan detaylar ve yan karakterlerin öyküsü, küçük keşişin varlığı gibi çözümsüz meseleler var. Bunların bir yığın olarak filmin ana metnine bir katkısının olmamasının yanında hatta zarar verdiği de oluyor. Maradona’ya bu kadar tutkulu olan Fabietto nasıl bu kadar çabuk ondan vazgeçiyor? Filmin ailesinin ölümüne kadarki olan kısmın ana metne katkısı ne mesela? Mutlu bir aile hayatının aslında çatlak olduğu yanılsamasını filmin sonunda Fabietto’nun üvey kardeşi olduğunu öğrenmesiyle beraber anlıyoruz. İlham perisi olan teyze neden ilham perisi? Cevabını bulamadığımız bu sorular filmin eksisini oluşturuyor.

Filmin artıları ise imgelerle dolu olan yapısıyla beraber dozunda mizahı ve hüznü çok iyi bir şekilde harmanlaması. Denizden şehri göstererek yaptığı görkemli açılışından sonra ise film ara ara çok güzel kareler sunmaya devam ediyor. Filmin sonuna doğru Fabietto ile yönetmen Capuano arasında olan diyalog da filmin seyir zevkine katkıda bulunuyor.

Capuano ile Fabietto’nun diyaloğu demişken bu diyalog düşündürten bir yapıya sahip. Burada belki de filmin yönetmeni Sorrentino’nun kendisiyle yaptığı iç hesaplaşmalarını görüyoruz. Zengin bir içeriğe sahip bu diyalog ise Fabietto’nun yolculuğunu engellemiyor. Capuano Fabietto’ya sinema hususunda tavsiyeler verirken şehri terk edenleri kaçmakla itham ediyor. Kaçıp gidenlerin kaçtıkları yanılsamasına düştüklerini de söylüyor ve insanın kendinden kaçamayacağının altını çiziyor. Hayal gücünün ve yaratıcılığı işe yaramaz bir şekilde addederken buna bir alternatif sunmaktan geri kalıyor. Sorrentino’nun ise Capuano’ya bazı yönlerden yahut tamamen katılmadığını Fabietto’nun Roma’ya doğru yolculuğa çıkmasından anlıyoruz. Nihayetinde otobiyografik ögeler taşıyan bu film artısıyla eksisiyle izlenmeye değer teşkil ediyor.