31.05.2017
The Riot Club: Filler ve Çimen
2000’lerin başında çektiği “Wilbur Wants to Kill Himself” ve “Italienks for Begyndere” ile başarıyı yakalayan Lone Scherfig daha sonra üst üste çektiği “An Education” ve “One Day” ile edebiyat uyarlamalarında da yetenekli olduğunu göstermiş, birçoğumuzun ilgisine mazhar olmuştu. Son filmi The Riot Club ile yönetmen, bu kez bir tiyatro uyarlaması ile yoluna devam etmiş.
Oxford Üniversitesi’nde okuyan kalburüstü öğrenciler tarafından geçmişte kurulmuş ve geleneği hâlâ sürdürülen The Riot Club’a yeni üyelerin dahil edilmesi ve sezonun ilk akşam yemeğinin yenilmesi filmin çerçevesini oluşturuyor. Oxford’u kazandıkları için zekâ olarak, zengin oldukları içinse sınıf olarak kendilerini üstün gören kulüp üyeleri, devletin (yazılı) ya da toplumun (sözlü) onlara vermediği haklara sahip olduklarını düşünüyorlar. Hayatın her anında haz alma peşinde olan bu kişiler gittikçe daha da hedonistleşiyorlar. Zekâlarının ve ceplerinin sahip olamayacağı, başaramayacağı hiçbir şeyin olmadığı konusunda fazlasıyla emin davranıyorlar.
Bu kendini beğenmiş, üstenci, elitist tavırlar gösteren on erkeğin maceralarını izlerken “Lone Scherfig neden bunları bize izlettiriyor,” diye düşünüyor insan. Karakterlerin hazmetmesi zor davranışlarıyla da uzadıkça uzayan ilk bölüm ziyadesiyle sıkıntı veriyor izleyene. Ama ne var ki akşam yemeği ile başlayan filmin ikinci yarısında Scherfig tabiri caizse karakterlerini bombardımana tutuyor. Genel olarak kötü kahraman olan karakterleri aşağılanıyor, yerden yere vuruluyor. Tabii seyirci de olayların gelişimine kendini çok kaptırmayıp, detayları takip ederse yönetmenin karakterlerine hangi mesafede olduğunu anlıyor. Bu da bir nebze olsun izlediği olaylar karşısında ifrit olan seyirciyi rahatlatıyor.
Scherfig karakterlerini sadece eleştirmek ile kalmıyor. Akşam yemeği kısmında onların karşısına hala değer yargılarına, yasalara sıkı sıkıya bağlı alt sınıfı koyuyor. Film daha çok çatışmasını bu zıtlıklar üzerinden yapıyor. Restoranın mutfak kapısının açılması ile görünen siyahi çalışan, Oxford’un yoksul öğrencilerinden kulüp üyesi Milles’in de sevgilisi Lauren, babasının iş yerinde ona yardım eden üniversite öğrencisi kız, kızının okul taksitlerini ödemek için gururunu bile ayaklar altına almak zorunda kalan baba çatışmanın en güçlü öğeleri oluyor.
İkinci yarının neredeyse tümünün tek mekânda geçtiği film, hiç düşmeyen temposu ve tahmin edilenden çok daha sert çıkışları ile dikkati sürekli diri tutmayı başarıyor. İnsanlık adına çok büyük vaatlerde bulunmayan film gerçekçilik anlamında da sınıfı geçiyor. Geleceğin bürokratlarını tüm çıplaklığı ile bize gösteren film nasıl bir sistemin kurbanı olduğumuzu suratımıza çarpıyor. Ve en önemlisi film, “suç nedir, suçlu gerçekte kimdir, eyleme geçen ile izleyen arasında ne fark vardır” gibi bir dolu soru ile bizi baş başa bırakıyor.