13.05.2016

Whiplash: Başarıya Giden Yolda Her Şey Mübah mı?

Her insan bir amaç koyar önüne, en küçüğünden en büyüğüne hem de. Ancak bu amaçların niteliği veya niceliği insandan insana değişir tabiî. Belki hepimize sorulmuştur “Büyüyünce ne olmak istersin?” diye. Kimimiz öğretmen, kimimiz doktor, mühendis, ressam, oyuncu… İsteklerimiz dilimizin ucundan dökülüverir tabii ancak buna ulaşma hayali ve heyecanı kimi zaman unutulur gider.

Gelecek planı için attığımız her adım bizi bu isteklerden uzaklaştırabiliyor veya bilakis tam da istediğimiz hedefe doğru yol alıyoruz adım attıkça. Üstelik bu yolculuğu kaleme alan romanlar, hikâyeler; perdeye yansıtan filmler de izlemişizdir çoğu zaman. İşte bu yılın gündemdeki filmlerinden Whiplash de böyle bir film. Genç bir adamın, Andrew’un müzik okuluna başlaması, baterist olma hayali ve bunu gerçekleştirme uğruna attığı adımlara tanık oluyoruz Whiplash’te. Ancak film böylesi bir hikâyenin sıradan bir anlatımı olmaktan sıyrılıyor dakikalar ilerledikçe.

Whiplash’in odağında yer alan iki isim: Andrew ve Fletcher. Andrew hayaline ulaşmak isteyen bir müzisyen adayı yukarıda da bahsettiğim gibi Fletcher ise ilk bakışta zor beğenen, iletişime geçmenin kolay olmadığı bir öğretmen. Fletcher’ın göründüğü ilk andan itibaren sinyallerini verdiği “despot” yönetim hali film boyunca bizi öğretme yöntemlerini sorgulamaya itiyor. Üstelik “başarıya giden yolda her yolu mübah görürcesine” özellikle duygusal ve hatta fiziksel şiddete başvurması Fletcher’ı sinema tarihi içinde olumsuz karakterler klasmanına taşıyor.

Fletcher ve Andrew arasında geçen her türlü diyaog veya jestlere dayalı iletişim(sizlik) hali gittikçe seyirciyi zorlayan fiziksel ve duygusal şiddete dönüşüyor film boyunca. Kendine pek güveni olmayan Andrew’un ilk önce orkestraya seçildiğini öğrendiğindeki geçici güven hali o kadar kırılgan ki Fletcher’ın bir sözü veya davranışıyla darmadağın olabiliyor. Bu da Fletcher’in Andrew üzerinde nasıl bir tahakküm etkisi olduğunu gösteriyor aslında. Ancak Andrew’un kendine aşırı yüklenme hali maruz kaldığı şiddetin kendi bedeninde dönüştüğü hal olarak da okunabilir. Çünkü bu hali sadece basit bir “hırs” olarak okumak, Fletcher’ın dönüştürme gücünü görmemizi engelleyebilir. Evet, Fletcher gerek aşağılama (ki bunun içine her türlü cinsiyetçi küfür de dahil), gerek sandalyeyi öğrencisine fırlatma gibi yöntemlerle (!) öğrencisinin içindeki cevheri ortaya çıkarmaya çalışıyor. İşte tam bu noktada seyirci olarak konumlandığımız yerden Andrew’un başarılı olup Fletcher’ı alt etmesini beklediğimiz anda tuzağa düşüyoruz. Çünkü Andrew’un bu öğretim hali sonrası başarılı olması ve hatta Fletcher’ı kendince alt etmesi, belki seyirci olarak bize katharsis yaşatsa da film boyunca kullanılan yöntemleri mübah hale getiriyor ve bu korkunç gerçekle karşı karşıya getiriyor bizi. Filmin bunu onadığını pek hissetmiyoruz (tâ ki finaldeki o gülümsemeye kadar). Belki de filmin bize en büyük tuzağı da bu çünkü bizi o ruh haline çok iyi hazırlıyor.

Eğitim bir zayiat işi midir?

Whiplash’te bir ruh gibi karakterler arasında dolaşan bir isim var: Charlie Parker. O, Andrew’un gitmek istediği noktayı, Fletcher’ın da öğrencisinden çıkarmak istediği yeteneği somut hale getirmesi açısından önemli bir isim çünkü zirveyi temsil ediyor. Ancak Fletcher artık Charlie Parker’ların yetişmediğini, hayalinin, isteğinin o yetenekleri bulmak olduğunu söylerken kırdığı birçok hayata küçük bir “zayiat” olarak bakabiliyor. Yani bu noktadan da kullandığı yöntemleri mübah kılıyor kendince. Hatta çoğu zaman anlaşılamamaktan bile dert yanabiliyor. Ancak her an’ı, her davranışı koca bir numaraya dönüşen Fletcher’ın “insanî” olana yaklaşma hali bile yapay hale geliyor kurduğu cümlelerle. Üstelik film onama halini pek göstermezken maalesef ki kınama haline de evrilmiyor. Çünkü Fletcher ne olursa olsun bir “yetenek avcısı” ve izleyici olarak Andrew’un başarılı olmasına o kadar odaklanıyoruz ki dediğim gibi Fletcher’ı alt etmesi uğruna bile kendine uyguladığı şiddeti yok sayar hale geliyoruz. İşte bu en tehlikeli noktası filmin! Üstelik Andrew, Fletcher’a şiddet uyguladığında zorbaya karşı aynı yöntemi uygulayan mazlum için sevinir hale geliyoruz.

Whiplash beni belki öğretmen olduğum için de fazlasıyla etkileyen bir film oldu. Çünkü bana “Bize kızın, bağırın başka bir şeyden anlamayız biz” diyen öğrencilerimi hatırlattı. Evet, bana bu cümleleri kurmuştu bazı öğrencilerim. O kadar içselleştirilmiş bir şiddet haliydi ki bu bir insan olarak insanın kendine bu hali nasıl yakıştırabildiğini düşünüp üzülmüştüm. Whiplash bir kez daha bu “erk”e tapma halini yaşattı bana. Çünkü otoriteyi temsil eden her türlü güce –arkasından sövsek de- karşısında ona muhtaç olma halini gösteriyor film de. Yaradılışımızda mı var bu acizlik, yoksa öğrenilmiş çaresizlik mi yaşadığımız? Hatta daha da önemli soru ve sorunumuz şu: Gücü ele aldığımız anda maruz kaldığımız şiddete dönüşme halimiz nasıl açıklanabilir?

“Sinemada her şey gösterilebilir, bunlar zaten gerçek hayatta yok mu?” bakışına sahipseniz sizlere “Evet, gösterilebilir” cevabını verebilirim. Ancak filmin anlattığı şeye dönüşmesi handikapını da göz ardı etmeden. Whiplash, bazı anlarda seyirciyi şaşırtacak dönemeçlere girse de neticede genç müzisyenin yaşadığı karşı durma hali ve yakaladığı tatmin anında seyiciye arınma hali yaşatıyor. Oysaki Fletcher’ın yüzündeki o gülümseme hali apaçık bir “İşte ben haklıyım, içindeki cevheri ben çıkardım” inanışından başka bir şey değil. Ve bizler de Andrew için sevindikçe Fletcher yöntemlerini -bilerek veya bilmeyerek- haklı hale getiriyoruz ki filmle ilgili en sıkıntılı nokta da bu.