12.12.2019

Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi: Tabloya Sığmayacak Büyüklükte Bir Aşk


Yazar Puanı: 8 / 10

Aralık ayına giriş yaptığımız ve 2019 yılının sonlarına yaklaştığımız şu günlerde sinemaseverler olarak yıl içinde izlediğimiz en iyi filmlerin listesini çıkarmaktayız fakat vizyona giren bazı filmler de son anda listelere girmeyi başarıyor. Geçtiğimiz haftalarda vizyon şansı bulan And Then We Danced (Ve Sonra Dans Ettik) filminin konusu ile oldukça benzerlik gösteren fakat oradaki hikayenin kadın oyuncuların varlığı ve kadın bir yönetmenin kamerasından bizlere sunan Portrait de la jeune fille en feu (Portrait of a Lady on Fire – Alev Almış Bir Genç Kızın Portesi) filmi de işte tam bu düzlemde yılın son büyük işlerinden biri olarak geride bıraktığımız vizyon haftasında seyirci ile buluştu. Son yıllarda yükselişte olan ve başarılı birçok örneği verilen Queer sinemanın başarılı işlerinden biri olarak uzun yıllar hatırlanacak olan filmin değerlendirmesine geçmeden önce dilerseniz filmin konusu ve diğer küçük ayrıntılarına göz atalım.

Dünya prömiyerini bu sene gerçekleştirilen 72. Cannes Film Festivali’nde yapan ve burada En İyi Senaryo ile Queer Palm ödüllerini kazanan film, ülkemizde ise ilk olarak bu sene gerçekleştirilen Filmekimi 2019’da seyirci ile buluşmuştu. Cannes’da çok beğenilen ve çokça konuşulan, eleştirmenlerce “A sınıfı bir başyapıt… Bu yıl prömiyerini yapan en kusursuz yapıt.” sözleriyle övülen film, 18. yüzyılda gönlünün olmadığı bir evliliğe sürüklenen Héloïse ile gizli bir şekilde onun portresini çizmek zorunda olan Marianne’nin giderek derinleşen ilişkilerini odağına alıyor.

Ressam Marianne’a, manastırdan henüz çıkan ve evlenmek üzere olan genç Héloïse’in portresi sipariş edilir. Ancak Marianne, bu portreyi Héloïse’dan habersiz çizmelidir. Bu kısıtlamanın önüne geçmek için Marianne, gönülsüz gelin adayı Héloïse’ı önce gözlemler sonra da onunla yakınlaşır. Yüzyıllar boyu göz ardı edilen ve yapıtları unutulan kadın ressamlardan esinlenen yönetmen Céline Sciamma‘yı yönettiği Tomboy ve senaryosunu yazdığı Ma vie de Courgette (My Life as a Courgette – Kabakçığın Hayatı) ile tanıyoruz.

Ele Avuca Sığmayan Tutkulu Bir Aşk

İlk anından itibaren seyirciyi içine rahatlıkla çekmeyi başaran film, masum başlayan ve gittikçe derinleşen bir aşk hikayesini tüm duygusal, fiziksel ve psikolojik yönleriyle ele almayı başararak bu senenin en iyi işlerinden birini izletiyor bizlere. Oyuncuların tüm duygularını bakışların yanı sıra jest ve mimikler ile vermesi de filmi karakterler boyutunda sınıf atlatıyor. Duygusal yoğunluğu böylesine güçlü bir film de hiç kuşku yok ki Fransızca ile çekilebilirdi ve hakikaten de filmi izlerken Fransızca’nın bu filme ne kadar uyduğu rahatlıkla görülebiliyor.

Artısıyla Eksisiyle

Kısıtlı mekanda ve az sayıda oyuncu tarafından çekilen film, buna karşılık elindeki malzemeyi en etkili şekilde kullanarak hem oyunculuk hem de mekan anlamında dolu dolu bir iş izletiyor. Son dönemlerde Le daim, En liberté!, 120 battements par minute, Nocturama ve La fille inconnue gibi farklı türlerdeki birçok filmde rol alan ve buradaki başarılı performansı ile göz doldurarak son dönem Fransız Sineması’nın en önemli değerlerinden biri haline gelen Adèle Haenel‘in duru güzelliği ve olaylar karşısındaki doğal tavırları, bu film özelinde kendini bir kez daha gösteriyor. Ona eşlik eden Noémie Merlant‘ın da jest ve mimikleri ile rolünü başarıyla taşıyıp duygusal yoğunluğu rahatlıkla kaldırabilmesi, filmi oyunculuk anlamında kusursuza yakın bir konuma getiriyor.

Senaryo ödülü alan film, tüm süresi boyunca akıllıca kurgulanan hikaye akışı ve belirli noktalardaki nefes kesen sahneleriyle sinemanın büyülü atmosferini iliklerimize kadar hissetmemizi sağlıyor. Sınırlı bir mekan kullanımı olmasına karşın bu eksikliği hissettirmeyen film, özellikle kumsalda geçen sahnelerle büyülüyor. Kadın odaklı bir film olduğundan dolayı baştaki ve sondaki sahneleri saymazsak hiçbir erkek karakterin olmaması da filmdeki hikayeyi ve kadınların duygusunu daha iyi öne çıkararak sadece onlara odaklanmamıza yardımcı oluyor.

Filmin geçtiği dönem gereği kostüm tasarımları da görsel anlamda şölen sunuyordu. Bunun yanı sıra görüntü yönetmeninin başarısı ve karanlık sahnelerde dahi muazzam görüntüler izletmesi filmi teknik anlamda başarıya ulaştıran detaylardan yalnızca biriydi. Filmin tüyler ürpertici son sahnesindeki, Antonio Vivaldi‘nin her biri bir mevsimi temsil eden dört konçertodan oluşup 1725 yılında, solo keman ve yaylı çalgılar için bestelediği Dört Mevsim Konçertosu‘ndaki ikinci bölüm olan Konçerto Yaz‘ın son üç dakikalık kısmının yer alması film açısından oldukça manidardı. Burada yer alan fırtınanın kükreyişi, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun ekinleri yerlere yatırması kısmı filmin o anki duygısal yoğunluğunu tüm ihtişamıyla yansıtıyor. Son sahnedeki bu kısmı saymazsak filmde hiç müzik kullanılmaması da filmin doğallığına inanılmaz bir katkı sağlıyor. Ses kurgusu ve miksajı anlamında ortalamanın bir hayli üzerinde iş koyulan filmde, özellikle evin içinde şöminede yanan odunların çıtırtısı ve sahildeki dalgaların sesi filmde sık sık karşımıza çıkan ve filmi dolduran iki önemli ses kaynağı idi.

Her dakikasıyla dolu dolu bir sinema deneyimi sunan ve hikayenin her ayrıntısıyla kurgulanan film, “aşk” kelimesini bir kez daha derin derin düşünmemizi sağlıyor ve filmin son sahnesi ile de tüyleri diken diken edip muhteşem bir finalle seyircinin yüzüne adeta tokat atarak filmden çıktıktan sonra uzun uzun düşünmemizi sağlıyor. Filmin ilk yarısının temposu biraz daha ağır olsa da ikinci yarı ile birlikte hikayenin olgun kısmı seyirciye sunuluyor ve olayların gidişatı da ikinci kısımla beraber bir makineli gibi işleyerek yıl biterken bizlere güzel bir iş armağan ediyor.