21.09.2016
23. Adana Film Festivali Günlükleri – 1
I Daniel Blake (Ben Daniel Blake)
Ken Loach ustanın Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü kucakladığı son yapımı I Daniel Blake, şüphesiz izleyeni fazlasıyla etkiliyor. Yönetmenin filmografisinin belki de en duygusalı olan I Daniel Blake, yine devlet kurumlarını, işlemeyen bürokrasiyi, yalnız kalmış yoksul halkı, çocuklarıyla yaşam mücadelesi veren kadınları odağına alıyor. Üstelik bu kez çocuklarıyla yapayalnız hayat mücadelesi veren kadına, en az onun kadar çaresiz, onun kadar yalnız yaşlı bir adam olan Daniel yol arkadaşlığı yapıyor. Aslında izlediğimiz de Daniel’in hayatı. Bu, yakın zamanda kalp krizi geçirdiği için doktoru tarafından çalışması yasaklanan Daniel’in işsizlik maaşı almak için verdiği amansız mücadele insanın tabir caizse adeta kanını donduruyor. Böylesine bir hayata eşlik eden bir de Kattie ve çocuklarının dramı, üzerine tuz biber ekiyor. Loach hep başarılı, yine başarılı… Fakat alacağı olsun ki bu defa bizleri ağlatmayı da bir borç bilmiş. Ne diyelim, ustanın yaptığından sual olunmaz.
The Student (Öğrenci)
The Student, Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un muhteşem bir başyapıtı tek kelimeyle. Anlattığı birçok şeyi kısaca toparlamak gerekirse, The Student, ayakları yere sağlam basan, durduğu yerden emin olan, güçlü bir faşizm eleştirisi. Liseye giden, kendini sorgusuz sualsiz elindeki İncil’e veren bir genç ve onun yaptıkları, sebep oldukları üzerinde ilerliyor film. Lakin film, dini temsil eden gencin karşısına bilimi ve aklı temsilen de biyoloji öğretmenini konumlandırıyor. Film, böylece tüm süresi boyunca din ile bilimi sürekli olarak karşı karşıya getirerek muhteşem bir çatışma yaratmayı başarıyor. En önemlisi ise yönetmenin yan karakterler üzerinden toplumun kafa yapısını fazlasıyla sert bir şekilde eleştirmesi olsa gerek. İncil’den ayetleri ve bunun yanında birçok bilimsel gerçeği duyacağınız, kasvetli havasıyla daralacağınız, güçlü finali ile de oldukça tatmin olacağınız hakkının bilinmesi gereken bir eser The Student.
Julieta
Pedro Almodovar, La piel que habito ile tırmandığı everestinin zirvesini görmüş sadece İspanyol sinemasının değil, dünya sinemasının önemli yönetmenlerinden biri. Yarattığı sinema ile kendisinden sonraki kuşağa ilham perisi olan Almodovar, son iki filmiyle daha çok soluklanma evresine girmiş gibi. Los amantes pasajeros ile çerezlik bir seyir zevki ile bizi buluşturan yönetmenimiz son filminde ise güçlü bir dram yapma arzusuyla yola çıkmış, fakat çatışmasını bana kalırsa çok da etkili kuramamış sanki. Elbette usta bir göz tarafından çekilen her film gibi soluksuz bir şekilde, kırpılmayan gözlerle izleniyor Julieta. Lakin yine kırmızılarla sarıp sarmalanmış, birbirinden renkli kadının hikâyesiyle örülmüş, kurgusu ustalıkla kurulmuş tertemiz, kusursuz, jilet gibi bir film olan Julieta, kurduğu çatışma noktasında etkileyiciliğini sağlayamıyor. Bir anne ile kız ilişkisini yine perdeye yansıtan Almodovar, unutulmaz tatlardan sonra biraz damakta kekremsi bir tat bırakıyor. Alışılagelmiş Almodovar kadınlarına göre daha sakin olan karakterleri de belki yabancılık çekmemize sebep oluyor kim bilir?
Gelin – 1973
Lütfi Akad’ın Köyden Kente Göç üçlemesinin ilk filmi Gelin, sadece yaptığı sosyo-kültürel tespitleri ile bile yönetmenin başyapıtı olmayı hak ediyor. Yozgat’dan İstanbul’a gelip, yerleşen bir aile üzerinden göç olgusunu tüm yönleriyle masaya yatırıyor Akad. Cahilliğin, feodal yapının, dini inanışların bir hayatı nasıl el birliğiyle kurban ettiğinin çarpıcı bir portresini sunan film, Akad’ın gözünden oldukça naif bir şekilde aktarılıyor. Filmin çatışmasını destekleyen Kurban Bayramı, meseleyi çok güzel kapsayan bir metafor görevini üsteleniyor ayrıca. Akad’ın genelde kapalı mekânlarda, sabit kamera ile çektiği Gelin, teknik olarak da ataerkil düzenin mağrur ve hantal kafa yapısını yansıtıyor. Gelin, sonunda verdiği mesaj ile de oldukça anlamlı bir yerde duran, yıllar geçse de yerine getirdiği misyonundan dolayı unutulmayacak gerçek bir şaheseridir.