01.06.2016
Abluka: Abluka’dan Cinnete
İlk filmi Tepenin Ardı ile Metin Erksan, Lütfü Akad gibi sinemacıların ışık tuttuğu ve artık atıl kalan yolda ilerlemeyi kafaya koyan Emin Alper, ikinci filmi Abluka’yla bu yolda ısrarcı olacağını vurguluyor. İlk filminde Yılanların Öcü (1961), Susuz Yaz (1963), Hudutların Kanunu (1965) gibi örneklerin temalarını sade bir üslupla harmanlayarak Türkiye Sinemasının geneli için eski, bugünü için gerekli bir iş ortaya koyan Emin Alper, bu defa bir sonraki aşama olan politik sinemaya dümen kırıyor.
Abluka, biçimi ve içeriği birbirinden net şekilde ayrılan bir film; bir tarafta Türkiye Sineması’nın özlemini duyduğu cesur ve doğrudan anlatı, diğer tarafta tahammül sınırları çoktan aşılmış minimalist üslup var. Tepenin Ardı’nda sinemasal yetersizliklerine rağmen doğru üslubu tercih eden ve hikâyesine alan açan Alper, bu defa ilginç bir şekilde Balkan Sineması’nın kendi kendini yiyip bitirmesine neden olan hastalığa tutuluyor. İlginç çerçeveler, boğucu yakın planlar, karakterlerini sürekli takip eden aktüel kamera kullanımı ve açı-karşı açı gibi temel teknikler üzerinden bile farklılık yaratmayı amaçlayan yönetmenlik, anlatılan delirme öyküsünün gereği gibi görünse de, hikâyeye destek olmak yerine sürekli önüne geçerek rol çalıyor. Tepenin Ardı’nda gerekmedikçe bu tarz hareketlere başvurmayan Alper’in, birçok ilk filmde yapılan bu hatayı ikinci filminde yapması tek kelimeyle “tuhaf”; belki de sinemasal açıdan yetersiz kaldığına yönelik eleştirilerin etkileridir bu “iyi yönetmencilik” oyunu. İlk filmindeki hayali düşman olgusunu gerçek düşmanla değiştirip sembolizmi en aza indirerek gerekli “dersler” çıkardığını gösteren Alper’in biçimsel olarak geri adım atması, kendi sineması adına üzücü, Türkiye Sineması için korkutucu bir durum arz ediyor.
Biçimi bir kenara bırakıp anlatıya geçtiğimizde iç içe geçmiş iki hikâyeyle karşılaşıyoruz: İlki ve diğer hikâyeyi kapsayan Abluka, diğeri ise perde ağırlığına sahip olan ve filme İngilizce adını veren Cinnet. Biçim ve içerikteki uyumsuzluğun bir benzeri, bu iki hikâyede de “doğru” ve “yanlış” olarak kendini gösteriyor. Çerçeve hikâyede Yeni Türkiye’nin gerek gökdelenleri gerek kolluk güçleriyle ablukaya aldığı bir varoş mahallesini ve mahallede bulunan görünmez örgüt yapılanmasını ele alan Alper, bu çerçevenin içine dağılmış bir ailenin delirme öyküsünü steril bir şekilde yerleştiriyor. “Abluka” kısmında bir iki husus dışında gayet tutarlı ve günümüz Türkiye’sinin tezahürü olan bir anlatı oluşturan Alper, “Cinnet” kısmına geçtiğinde ise yönünü kaybediyor. Nedensellikten uzak, uzunluğuna rağmen aceleci ve yan hikâyelerle desteklenmeyen Kadir ve Ahmet’in delirme öyküsü, iyi çizilmiş “Abluka”nın içini doldurmakta zorlanıyor. Alper’in hem politik bir film ortaya koyma hem de tekil olarak vurucu bir aile öyküsü yaratma çabası, “Cinnet” kısmının kısır döngüye dönüşmesi nedeniyle amacına ulaşmıyor. “Abluka” kısmında doğru işler çıkartarak gelecek için kendisinden ümitvar olmamızı sağlayan Alper, “Cinnet” kısmında hayal ile gerçek arasında gidip gelirken yaptığı “yanlış” hamlelerle salondan başı eğik bir şekilde ayrılmamıza neden oluyor.
Emin Alper, henüz üst düzey bir iş ortaya koyamasa da Türkiye Sineması’nın geleceğine yön verecek yönetmenlerden biri olacağının sinyalini fazlasıyla verdi; kendisini gelecek için değerli, bugün için yetersiz kılan bu iki filminden doğru sonuçları çıkartabilecek olması- Tepenin Ardı’nın üslubu, Abluka’nın abluka anlatısı- ise en büyük avantajı. Elit kategoride yer almak için ağabeylerini takip etmemesi bile yeterli olacakken elinde bu malzemelerin olması Alper’in üçüncü filmi için şimdiden heyecan duymamızı sağlıyor.