24.08.2022
Captain Fantastic: Devrimsiz Devrim Düşleyenlerin Düşü
Kaan KAVUŞAN
*Bu yazı, sadece filmi izleyenlere bir anlam ifade edecektir.
“Yurttaşlar yoksa siz devrimsiz bir devrim mi isterdiniz?”
Maximillian Robespierre
“Şimdiye kadar filozoflar yalnızca dünyayı çeşitli biçimlerde açıklamakla yetinmişlerdir; oysa asıl sorun, dünyayı değiştirmektir.”
Karl Marx
Sistem karşıtlığına indirgenen solculuk, pek çok açıdan söyleminin altında ezilmeye mahkûmdur; sistemin varlığı ve karşısında olunması gerektiği elbette bâkidir; güç odakları tepemizde darağaçları kuruyor, farklı fikirleri bastırıyordur. Liberal-burjuva eğitim sistemi, hatta ülkemizde olduğu gibi siyasallaşan dinin süngüleriyle donatılmış eğitim kurumları aptallar yetiştiriyor olabilir. Her geçen gün fakirle zengin arasındaki uçurum açılmaya devam ediyordur. Captain Fantastic bu konulardaki eğilimlerini ve haklılığını gayet güzel aktarıyor aslında. Viggo Mortensen’in canlandırdığı Ben karakterinin, ev eğitimiyle donattığı küçük kızını yanına çağırıp lisede okuyan kuzenlerinin canına okuduğu sahneyi rahatlıkla örnek verebiliriz.
Ancak filmde Ben’in atladığı nokta, genelde tüm bunların “ideolojik” sorunlar olup “ideolojik mücadeleyle” def edilebileceği. Kendisinin ve eşinin sistem karşıtı tutumları, onları çocuklarıyla birlikte ufak ama toplumdan kopuk bir komünal orman hayatına itmiş. Mutlu mesut yaşayacaklarını düşünmüşler. Anne daha sonra ölünce, baba çocuklarıyla birlikte kalmış. Ben’in tam bir Rousseau’cu olduğunu söyleyebiliriz. Mal ve mülk birikimine, ekolojik tahribata, insanın insana hükümdarlığına haklı olarak karşı. Suyu ırmağından, eti avından, meyveyi ağacından yemeyi tatbik ettiriyor çocuklarına. Buna karşın, film boyunca gördüğümüz üzere toplum gerçekliğinden izole olmayı tercih ettiğinden, tavrı bir çıkmaza giriyor ve sonunda kapitalist sistemle belli bir oranda uzlaşmak kalıyor…
Tabii ki Sovyet tek parti rejimine karşı ufak bir yergi cümlesi, Bağımsızlık Bildirgesi’nin övülürken Çin’in yerilmesi (ki burjuvazinin ele geçirdiği Çin’in yerilmesi sorun değil ancak kontra olarak ABD’nin “kurucu ideallerinin” övülüşü sorun) zaten Amerikan küçük burjuva solculuğunu işaret ediyor film boyunca. Yani liberalizm soslu ya da daha radikal hali “bireysel anarşizm” soslu “devrimsiz devrim” isteyenlerin, “ütopyacıların” solculuğu…
Film bu açıdan bakıldığında, yönetmenin vermeyi amaçladığı “ılımlılık” mesajından daha fazlasını ister istemez söylüyor, amaç bu olmasa da. Zaten tatlı bir film olarak niteleyebileceğim bu filmi beğenme sebebim daha çok bu oldu benim. Ben’in film boyunca yaptığı tercihler en sonunda onu sisteme taviz vermeye, onunla uzlaşma yoluna itiyor. Bunun en büyük nedeni Ben’in bir “örgütsüz bir sistem karşıtlığını”nın kalıcı olabileceğini düşünmesi ve kaçak dövüşmesi; “devrimci” olmaktan çok bir “radikal” olması. İsteklerinin ve yönteminin ütopikliği bir yana, toplum hayatından ve içinde bulunulan küresel dünyadan kopuk, bireysel (ya da ailesel diyebilirsiniz) bir isyana sahip oluşu. İşte tüm bunlar zaten başarısızlığının temelini oluşturuyor.
Ben elbette iyi şeylerden yana. Ancak onun ve çocuklarının istediği gibi yaşayabilmesi için, inanmadığı Tanrı’nın varlığının kesin olması ve bir parmak şaklatması gerekiyor adeta. Oysaki böyle bir isteğin vücut bulması için gerekli tek realist olay bir devrimdir. Devrim, Ben gibi radikallerin tek isteklerini elde etme yoludur. Aksi takdirde özgün ve ufak yaşam alanlarının “sistem” tarafından ezilmesi kaçınılmazdır. Kısacası Ben bu maça 5-0 yenik başlamıştı ve karşılıklı gol olsa da bu maçın sistem lehine handikaplı biteceği ortadaydı.
Ama sanıyorum ki gene de benim gibi Ben’i sevenlerimiz bir hayli fazla olmuştur. Tüm kusurlarına rağmen Ben bir şekilde sistemin salaklıklarını naif, zaman zaman da neşeli ve karikatüristik bir anlatım eşliğinde karşıtlarının yüzüne vurdu. Yöntemi ne olursa olsun, kalbi temizdi. Çocuklarının hepsi çok sevimliydi. Onun bu radikalizmi merkeze çekilen, merkezin de iyice sağa kaydığı dünyada fena sayılmazdı. Ancak ortanca oğlu ve yönetmen, Ben aksiyonlarından yola çıkarsak haklıydı; o çocuklarını bir mutsuzluğa mahkûm etmişti.
Yönetmen Matt Ross’un amacı en başından Ben’i ille de sistemle uzlaştırıp orta yolu bulmaktı. Bunu bir röportajında şöyle ifade etmiş; “Bizim hiçbir politik veya ideolojik mesaj verme çabamız yoktu. Bu film, denge, iletişim ve hoşgörü ile alakalı. Pek çok açıdan dengesini kaybetmiş bir adam var ve seyirciler neyin yoldan çıktığı konusunda bir fikir sahibi. Yolculuğunun sonunda bir çeşit dengeye ulaşıyor.” Yönetmen daha sonra Obama övüyor, sosyal adaletsizlikten bahsediyor aynı röportajda. Ben biraz da kendisi gibi anlaşılan. “Yaşanan pek çok şeyin otobiyografik bir izi var” demeyi de ihtimal etmiyor.
Belki tekrar olacak ama yine vurgulamak istiyorum; film, senaryonun kuruluşu sayesinde yönetmenin vermek istediğinden çok farklı bir okumaya yapmaya da imkân veriyor. Senaryosunda açık olduğu konusundaki eleştirilere katılmıyorum. Çünkü bu uzlaşmacılıkla, tam da olayların varması gereken yer burasıydı Ben için. Kendisine sadece Marx’ın ifadesini hatırlatmak gerek; “Şimdiye kadar filozoflar yalnızca dünyayı çeşitli biçimlerde açıklamakla yetinmişlerdir; oysa asıl sorun, dünyayı değiştirmektir.”
Dünyayı değiştirmedikçe istediğin gibi yaşayamayacak, çocuklarını istediğin gibi yetiştiremeyeceksin Ben. Bunu bilesin! Ama tatlı bir film kahramanı olmamış da değilsin…