19.12.2023

Dolunay Katilleri: Scorsese’den Radikal Kötülüğe Mesafeli Bir Bakış

“Yaşlıyım. Bir şeyler okuyorum. Bazı şeyler görüyorum. Hikâyeler anlatmak istiyorum ama artık zaman yok. Akira Kurosawa, ilk Oscar’ını George Lucas ve Steven Spielberg’ün elinden aldığında şöyle demişti: ‘Sinemanın ne olabileceği ihtimalini yeni yeni görmeye başlıyorum, ama artık çok geç.’ 83 yaşındaydı. O zamanlar ‘Ne demek istiyor?’ demiştim. Şimdi ne demek istediğini anlıyorum.” (1)

Bu sözler 80 yaşındaki efsane Martin Scorsese’ye ait. Anlattığı son hikâye olan “Killers of the Flower Moon” (Dolunay Katilleri) ise nihayet seyirci ile buluştu.

Film 20. yüzyılın başlarında Oklahoma’daki petrol zengini Osage Ulusu’nun üyelerinin beyaz yerleşimciler tarafından servetlerine el koymak için sistematik olarak öldürülmesini ele alıyor. Scorsese, bu cinayetlere ışık tutuyor ve sinsice işlenmiş ama bir türlü adı konmamış olan bir soykırım öyküsünü kolektif bilince yeniden kazandırmak için gecikmiş de olsa bir fırsat sunmayı amaçlıyor.

“Dolunay Katilleri”nin , Scorsese’nin müthiş kariyeri ve ilgi çekici kaynak materyali göz önüne alındığında, bu senenin en çok beklenen filmlerinden biri olduğu bir gerçek. David Grann’in aynı adlı, kurgu olmayan kitabından uyarlanan film, en başta yönetmeninin etkisiyle Amerika’nın kanlı tarihini ve üst düzey oyuncu kadrosunu harmanlayan bir sinema şaheseri olacağa benziyordu ama gerçekten de öyle mi? Hakkındaki yüksek beklentileri karşılayabiliyor mu? İşte orası şüpheli.

Kim? Nerede? Nasıl?

Öncelikle, filmin en büyük sorunlarından biri temposunda yatıyor. Yaklaşık üç buçuk saat süren film, izleyiciyi çeşitli noktalarda kavrayamayan ve hatta kafa karıştıran dengesiz bir anlatım akışıyla aşırı derecede uzamış gibi görünüyor. Scorsese kendine has hikaye anlatımı ve karakter geliştirme konusundaki ustalığıyla tanınsa da film bu açılardan önceki eserleriyle pek örtüşmüyor. Filmin başında 1920ler Oklahoma’sına umut verici bir giriş yapıyor görünüyor, ancak olay örgüsü ivmeyi korumakta hayli zorlanarak dolambaçlı bir çıkmaza dönüşüyor.

Yıldızlarla dolu kadroda Scorsese’nin iki favori oyuncusu Leonardo DiCaprio ve Robert De Niro yanında filme ikinci yarının sonuna doğru dahil olan Jesse Plemons gibi son zamanların en rağbet gören aktörlerinden biri de yer alıyor ancak performansları güçlü olmasına rağmen senaryo onlara gerçek anlamda parlamaları için yeterli derinliği sağlamıyor. Bu yüzden izleyicinin onlarla kurabileceği potansiyel bağ oldukça yüzeysel kalıyor. Özellikle, DiCaprio’nun karakteri Ernest Burkhart, bir Scorsese kahramanından beklenebilecek karmaşıklığa hiç ama hiç sahip değil ve bu da onun yolculuğuna tam olarak odaklanmayı zorlaştırıyor.

Gerçek hayatta Montana’daki Blackfeet yerli ulusuna ayrılmış özel arazide büyüyen oyuncu Lily Gladstone’a gelirsek, Osage ulusuna mensup Mollie rolünde devleşiyor. Gerçekten de her göründüğünde seyirciyi büyüsü altına alan bir duruşa sahip ancak yaklaşık 4 saatlik bir film için beyazperdede geçirdiği süre çok yetersiz. Diğer “yerli” karakterlere daha da az yer verilmesine, ve hatta akılda yer etmeyecek kadar üzerlerinde durulmamalarına değinmiyorum bile. Zira bu şekilde izleyicinin kendileriyle herhangi bir bağ kurmasına izin verilmeden bir bir cinayete kurban giderlerken tıpkı tarihsel süreçte olduğu gibi isimsiz kurban rolünü oynamaya devam ediyorlar. Velhasıl, “kızılderili”, her ne kadar niyet iyi olsa da “beyaz adam”ın bakış açısından anlatılmaktan bir türlü kurtulamıyor.

Radikal Kötülüğe Alegorik Bir Yaklaşım

Öte yandan Scorsese’nin alegorik bir anlatımı amaçladığı düşünülürse karakterlerini ya siyah ya beyaz dualitesine indirgeme tercihinin altında yatan neden bir nebze olsa aydınlanabilir diye düşünüyorum. Ernest Burkhart’ın sinir bozucu derecede düz adamlığı ve otorite karşısında sus pus olması onu yalnızca kullanışlı bir maşa olan Amerikan toplumunun temsilcisi yapmıyor. Asla sorgulamadan suça ortak olan ve aç gözlülüğü yüzünden kolayca manipüle edilebilen Ernest’ın nezdinde kanlı ve şaibeli tarihlerini içine sindirmeye başarmış, ve ona bir şekilde alet olmuş bütün dünya ülkelerinin, özellikle de sömürgeci devletlerin vatandaşlarını da görmek mümkün. De Niro’nun manipülatif amca karakteri ise sömürgeci sistemin ta kendisi.

İşte tam da burada Scorsese’nin yapmak istediğinin ünlü siyaset kuramcısı ve tarihçi Hannah Arendt’in “kötülük” üzerine gerçekleştirdiği felsefi açılımla tamı tamına bağdaştığını söyleyebilirim. “Hannah Arendt’te Radikal Kötülük Problemi” adlı çalışmasında akademisyen Berrak Coşkun’a göre Arendt “İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi toplama ve imha kamplarında yaşananları kötülüğün en radikal biçimi olarak değerlendirir; Auschwitz’i, bu anlamda, bir kırılma noktası olarak görür. Arendt’in 20. Yüzyılda kötülüğün yeni yüzüne tanıklık ettiğimiz iddiasının ardında, insanları insanlar olarak gereksiz kılmaya dayanan çok çarpıcı bir fenomen yer alır. İmkansızı imkansız olmaktan çıkaran, insanları her şeyin mümkün olduğuna inandıran totalitarizmin, cinayeti bir sivrisineği ezmek kadar anlamsızlaştırmasıdır burada söz konusu olan. Daha önceki deneyimlerle karşılaştırıldığında yaşananların açıklamasız kalması, totaliter olmayan dünyaya ‘Gerçekten oldu mu?’ sorusunu sorduracak bir akıldışılığa işaret eder.” (2)

Bu minvalde, denebilir ki, Scorsese sebepsiz, kanıksanmış ve sorgulanmayan kötülüğü duygulara geçit vermeyecek şekilde resmederken senaryoyu beraber yazdığı usta senarist Eric Roth (The Curious Case of Benjamin Button, Insider, Dune) ile izleyiciye “Aaaa nasıl olur?” demeye fırsat bırakmadan herhangi bir katarsis yaşatmamaya and içmiş gibi sanki. Yönetmenin bir ulusun yaşadığı akıl almaz korkunçlukları faillere “sanki bir sivrisineği ezmiş gibi” itiraf ettirdiği sahneler herhangi bir duygu sömürüsüne veya yoğunluğuna kapılmayacak kadar mesafeli. Bu yüzden de sondaki yabancılaştırma efektinin zaten üç buçuk saat boyunca sadece gözlemci rolü üstlenen seyirci üzerinde yarattığı etki konusunda çok emin değilim ancak dahiyane bir fikir olduğu da bir gerçek.

Filmin doruk noktası yine de yoğun ancak biraz aceleye getirilmiş, izleyiciyi daha tatmin edici bir çözüme özlem duyacak şekilde bırakıyor. Bu mesafeli bakış The Wolf of Wall Street’ten ve The Irishman’den sonra üçüncü kez beraber çalıştığı bir başka usta, görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto’nun da vizörüne haliyle yansıyor.

Sonuç olarak, Osage Ulusu’na ve Osage nezdinde dünyanın bütün ezilmiş uluslarına bir saygı duruşu olması açısından çok önemli bir film “Dolunay Katilleri”. Senaryo muazzam bir potansiyele sahip ancak dinamik olmayan bir anlatım filmin vaatlerini klasik anlamda yerine getirmemesine yol açıyor. Bunun da, önceden belirttiğim gibi, özellikle tercih edilen bir seçim olduğunu düşünüyorum ve bu seçim (filmin süresiyle beraber) seyirciyi yer yer zorlayacak derecede iddialı bir seyir sunuyor.

(1) Deadline. Mayıs 2023 Martin Scorsese Röportajı. Cannes Film Festivali.
(2) Coşkun, Berrak. 2013. Hannah Arendt’te Radikal Kötülük Problemi. İstanbul: Ayrıntı