30.05.2017

Düşlerin Terzisi: Bir Düş Olamayacak Kadar Gerçek

Avusturalya yapımı “The Dressmaker” komedi drama türünde 2015 yapımı bir film. Yönetmen Jocelyn Moorhouse, yirmi yıl aradan sonra döndüğü yönetmen koltuğunda, başrollerinde Kate Winslet, Liam Hemsworth‘un oynadığı nefis bir film yapmış.

The Dressmaker, vizyona “Düşlerin Terzisi” adı ile girdi. İsmine bakıp da seyirciyi mutlu edecek şerbet gibi bir film ile karşılacağını umanlar için The Dressmaker‘ın büyük sürprizleri var.

The Dressmaker‘ın Büyük Sürprizleri Var

Ayrıldığı kasabaya geri dönen Myrtle “Tilly” Dunnage (Kate Winslet) daha ilk sahneden seyircinin gözlerini üzerine kilitliyor ve film boyunca her mimiğini izlemekten büyük keyif alınıyor. Buna ragmen, neredeyse tüm kadronun üstün bir oyunculuk sergilediği filmde, Winslet’den rol çalan üç oyuncu var ki onları da seyretmeye doyum olmuyor!

1950’li yıllarda Avusturalya’nın çirkin mi çirkin bir kasabasına (Dungatar) inen güzel mi güzel bir Kate Winslet var karşımızda… Ve onun karşısında da yakışıklı mı yakışıklı bir Liam Hemsworth oynuyor. Hemsworth hem oyunculuk hem de cazibe olarak Winslet’in karşında hiç ezilmiyor hatta ondan rol çalıyor. Yönetmen Moorhouse’un çok başarılı yakın plan çekimleri sayesinde Hemsworth’un cazibesinin keyfini çıkarırken, bu çekimler nedeniyle zaman zaman Winslet ve Hemsworth’un yaş farkının da fazlaca farkına varıyoruz maalesef. Film sırasında izleme keyfime ve konsantrasyonuma gölge düşüren tek detay da bu oldu.

Tilly (Winslet) kasabaya elindeki Singer dikiş makinesi ile gelip, yıllardır tepedeki evinde tek başına yaşayan çatlak annesi -Molly Dunnage rolünde Bafta ve Emmy sahibi çok yetenekli oyuncu Judy Davis oynuyor- ile yaşamaya başladığında, yıllar önce çocukken ayrıldığı Dungatar kasabasının aynı tas aynı hamam biteviye hayatında hafif bir kıpırdanma olur. Bu noktada Winslet’ten rol çalan ikinci oyuncunun muhteşem Judy Davis olduğuna değinelim.

Buradan sonra film bir süre Juliette Binoche ile Johnny Depp’in unutulmaz filmi “Chocolate” tadında ilerliyor. Nefis elbiseler, birbirinden egzantrik karakterler ve absürd komedinin en tad veren unsurlarını barındıran sahneler birer birer perdeden geçerken, o egzantirik karakterlerden birine değinmeden geçmemeliyiz: Kasabanın emniyet amiri Farrant rolünde izlediğimiz Hugo Weaving’i Matrix üçlemesindeki Agent Smith ve The Lord of the Rings filmlerindeki Elf Kralı Elrond olarak anımsayacaksınız. Weaving, The Dressmaker’da bu rollerden çok farklı bir karakterleme ile karşımıza çıkıyor ve inanılmaz performansı ile filmde Winslet’ten rol çalan üçüncü oyuncu oluyor.

Winslet’in kasabaya dönüş nedeni, senaryo içine yerleştirilmiş flashback’ler ile açıklık kazanmaya başlarken, filmin ana ve yan karakterlerinin, karakter olgunlukları da tadından yenilmez bir hikâye anlatımı ve usta yönetmenlik ile ilerliyor.

Grotesk Komedi

Filmin grotesk komedi türü bir ödeşme hikayesine döndükçe, artan gerilime eşlik eden drama dozu da doğru orantılı yükseliyor ve üçüncü çeyrekte  izleyenlere büyük şok yaşatıyor. Bundan sonraki kısımda ise The Dressmaker’ın artan şiddet dozu ve olayların gelişme hızı son ana dek izleyicinin  ilgisini canlı tutuyor.

Winslet’in can verdiği Tilly Dunnage çocukluğunun ve annesi ile geçiremediği yılların peşine düşerken, kasabada deli Molly olarak bilinen annesi (Judy Davis) ile karşılıklı oyunculukları ve duygusal performansları senaryonun en kuvvetli teğeli.

Dungatar denilen çirkin kasabanın kötü sakinlerinin her biri ardı ardına şahsiyetlerini belli ederken, aşırı muhafazakar dinci eczacı (Barry Otto), öğrencilerine eziyet eden kötü öğretmen (Kerry Fox) , okul bahçesinin küçük terörü Stewart Pettyman, Stewert’ın babası ve belediye meclis üyesi rolünde filmin en kötü karakteri Evan Pettyman (Shane Bourne) ve Stewert’ın annesi (Alison Whyte) gibi yan karakterlerin hepsi son derece başarılı yazılmış ve işlenmiş karakterler olarak The Dressmaker’in çatısına sağlam kirişler oluşturuyor.

Teddy McSwiney rolünde izlediğimiz Liam Hemsworth bu kasvetli ve kötü kasabaya “güneş doğsun” diye yazılmış ve tam da o rolü hakkıyla oynuyor. Emniyet amiri Farrat (Hugo Weaving), kasabadaki bir avuç iyi insandan en renkli olanı. Tilly’nin okul arkadaşı hiç bir güzelliği olmayan Gertrude Pratt (Sarah Snook), Tilly’nin yarattığı giysilerin ününün kasabada yayılmasını sağlarken, yıllardır sadece Deli Molly’nin oturduğu tepedeki ev de kasabanın sakinleri ile dolup taşmaya başlar. İnsanların çıkarları için “kılıktan kılığa” girişini izlerken bu kılıklara ayna tutan ise başarılı terzi Tilly’den başkası değildir.

Tilly’nin esvaplarının kasabaya getirdiği kısa süreli büyülü güzellik, kasabanın ahlaksızlık ve kötülük kuyusuna yavaş yavaş çekilirken; kötü bir sarmaşık gibi kasabayı saran ahlaksızlık ve sevgisizlik de üzerlerine örtülen renkli kumaşların, pırıl pırıl boncukların, uçuşan tüllerin ve yumuşak peluşların saklayamayacağı kadar sert ve çirkindir. The Dressmaker’ın en karanlık sahnesi de yavaş yavaş yaklaşmaktadır. Tilly kendisinin inandığı gibi lanetli bir insan mıdır yoksa Dungatar denilen bu kasaba evrenin kara deliği gibi lanetin ta kendisi midir?

The Dressmaker, biraz The Grand Budapest Hotel biraz Chocolate diye mutlu mesut ilerlerken, finali adeta Leon ile yapıyoruz. Yönetmen Jocelyn Moorhouse bize çok katlı pasta tadında bir film sunarken, pastanın bazı katmanları çukulata, bazı katmanları limon bazı katmanları ise demir bilye ısırmışsınız  gibi bir tad bırakıyor seyircide…

The Dressmaker bence “Haftanın Filmi”

Mutlaka izlenmeli.

Hatta daha da ileriye gidip, “Spectre” ile vaktinizi harcamayın iyi sinema için “The Dressmaker” izleyin diyeceğim.