12.10.2017
FİLMEKİMİ: Jupiter’s Moon
Avrupa’nın Asıl Yüzüne Tutulan Ayna
Bir önceki filmi Fehér isten ile kendisiyle tanışmamızı sağlayan Macar yönetmen Kornél Mundruczó, prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden de ödüllerle dönmüştü. Ülkesi Macaristan’daki ırkçılık sorununu köpeklere yapılan zulüm üzerinden veren ve buna karşılık faşizme tabii olan köpeklerin örgütlenerek başlattıkları isyanlarını gözler önüne seren muhteşem bir film kazandırmıştı sinema tarihine Mundruczó. Ülkesinde yaşanılan sorunlara duyarlılığını çektiği filmlere de yansıtmayı bir görev bilen Mundruczó, yine eleştiri oklarını heybesine koymuş hazır ve nazır bizi beklemekte son filmiyle. Yalnız bu kez öyle anlaşılıyor ki ülkesinin yığınla problemleri arasına barış ve adaletin temsilcisi olarak kendini tanıtan Avrupa’yı da hedefine almakta.
Birkaç yıldır kanayan bir yara olarak gözlerimizin önünde cereyan eden Suriye iç savaşı ve buna bağlı olarak savaştan kaçan mültecilerin durumu hepimizin yakından tanık olduğu bir durum. Zira Türkiye son yıllarda Suriyeli mültecilerin akınına uğramış ülkelerden biri. Macaristan da tıpkı Türkiye gibi mültecilerin yolu üzerinde bulunan ülkelerden biriydi. Fakat Macaristan’a giden mülteciler bir süre sonra sınır dışı edilmiş hatta bu tavır çokça tepki de almıştı. Bir Avrupa Birliği üyesi olan ülkeden böylesine bir hareketi tüm Avrupa’ya mal edebiliriz ne de olsa. Zira AB’nin onay vermeyeceği bir hareketi Macaristan’ın yapması gibi bir durum söz konusu bile değil. Böylelikle kendini tüm dünyaya yardımseverliği, adaleti ve daha birçok meziyetiyle finanse eden AB, aslında ne kadar riyakâr olduğunu bir kez daha gözler önüne sermişti. İşte Mundruczó, tüm bu riyakârlığı ifşa etmek adına özelde ülkesinin bozulan çarklarını daha büyük resimde ise tüm Avrupa’nın temelden sarsılışını odağına almakta Jupiter’s Moon’da.
Avrupa’nın Tepesinde Bir Melek Süzülüyor
Film, tüm süresi boyunca seyirci olarak bizleri ihya edecek muhteşem bir görüntü yönetiminin elinden çıkma sahnelerin ilkiyle açılıyor. Sırbistan sınırından Macaristan’a kaçak giriş yapan Suriyeli göçmenlerden tüm film boyunca bizi peşinden sürükleyecek Aryan’ı (Zsombor Jéger) tanımamızla başlayan sahne, kısa sürede bir can pazarına dönüşüyor. Nehirde başlayan bu ölüm kalım savaşı, kıyıda devam ederken biz seyirciler daha ilk sahneden Aryan’ın peşinde koşturmaktan ter döker hale geliyoruz. Fakat bu kan ter içindeki halimiz bir anda buza kesiyor: Aryan Macar polisi tarafından savunmasız olduğu halde vuruluyor. Ama bu vuruluş Aryan’ın aşırı estetize edilmiş, büyüleyici bir diriliş ile süper güçleri olan bir kahramana hatta bir meleğe dönüşmesine sebep oluyor.
Tüm film boyunca bizi yaptıkları, adeta bir melekmişçesine havada süzülüşü, hüznü ve masumiyeti ile kendine hayran bırakacak olan Aryan’a bir de onun neredeyse tam olarak zıttı özelliklere sahip Gabor (Merab Ninidze) eşlik etmeye başlıyor. Mundruczó, iki zıt karakteri birbirine yol arkadaşı yaparak güçlü bir çatışma ortamını yaratıyor en başta. Üstelik bu yol arkadaşlığı git gide bir baba oğul, Tanrı İsa ilişkisine evrilmekte aynı zamanda. Zira bu iki karakter hem birbirlerine ihtiyaçları olan hem de birbirlerine yardım eden bir ilişki içindedirler. Ayran, kaybettiği babasının yerine sığınacağı bir liman, yaslanacağı bir omuz olarak Gabor’u görürken; Gabor ise daha önce yaptığı hatanın kefaretini ödemek adına bir fırsat olarak görür Aryan’ı.
Avrupa Madalyonunun Diğer Yüzü
Burada Tanrı ve oğlu İsa benzetmesin yanında Avrupa ile daha az gelişmiş ülkelerin ilişkisine de benzetmek mümkün Aryan ile Gobar’ın ilişkisini. Avrupa’yı temsil eden Gobar’ın nasıl bencil, sahtekâr ve menfaat düşkünü olduğunu, en yakını olduğunu sandıklarının onu arkasından vurduğunu ve terörizmin tam da onun yaptığı yasadışı işler nedeniyle vuku bulduğunu düşünürsek taşların ne kadar da iyi yerine oturduğunu anlayabiliriz. Üstelik Aryan’ın yani Suriye ya da onun gibi büyük hesaplaşmaların mağduru olan birliğin dışında kalmış ülkelerin temsili olduğunu Gobar tarafından her fırsatta kullanılmasından da anlayabiliriz.
Mundruczó, sinema tarihinin en masum, utangaç, nevi şahsına münhasır süper güçlere sahip kahramanı ile bizleri tanıştırırken, kan ile hemhal olduğumuz sahneleri estetik bir ritüel şeklinde de sunarak etkileyiciliğini doruğa çıkarıyor. Fakat bu yüzlerde tebessüme, ruhlarda arınmaya sebebiyet verecek dingin sahnelerin ardından Hollywood filmlerindeki aksiyon sahnelerine taş çıkartacak denli soluksuz izlenilen kovalamaca ve çatışma sahneleri birbirini adeta kucaklamakta. Ne de olsa tıpkı bir uydudan yansıtır gibi Avrupa’nın görünen dingin yüzü ile arkasında yapılan bin bir türlü hesaplaşma ve eli kanlı antlaşmaların birbirini gölgelemesi gibi.
Teknik Açıdan Kusursuz
Çatışma ve kovalamaca sahnelerinin nefes kesiciliğinden, uçma sahnelerinin başarısından tut da görüntü yönetimi ve kamera açılarının mükemmelliğine kadar teknik açıdan kusursuzluğa oynayan Jupiter’s Moon’un en büyük kusuru ses miksajındaki affedilemez sorun. Filmde yenilip yutulmayacak bir senkron sorunu var. Zaten İngilizce, Macarca, Arapça gibi birçok dilin kullanıldığı filmde dublaj kullanılması gibi bir talihsizliğin yanında bunun bile oturamamış olması epey sinir bozucu olabiliyor. Lakin bu mevzuya çok takılmazsanız Budapeşte sokaklarında vuku bulan bol koşturmacalı aynı zamanda romantize edilmiş, alt metni ilmik ilmik işlenmiş bir seyirlik var karşımızda.
Tüm devlet yapılarıyla hem kendi ülkesini hem de bağlı olduğu Avrupa’yı yerden yere vuran yönetmenin cesareti ve dobralığı da ayrıca kendine hayran bırakmakta. Her filminden sonra biraz daha dilini sivrilten Mundruczó, belki biraz dini söylemlerden uzak durup biraz da daha sade olmayı başarabilseydi bir başyapıta imza atmış olabilirdi. Ne de olsa birçok ustadan (Özellikle Alejandro González Iñárritu’nun başyapıtı Birdman) esinlenmiş olduğu da dikkatlerden kaçmayan bu ustalık eserinin çok daha iyi olabilecek yapıda olduğu su götürmez bir gerçek. Ama yine de zirveyi bulamasa da zirveye tırmanma iddiasını sürdürmekte olan bir film Jupiter’s Moon.