30.11.2025
Jonas Mekas: Zamanın Nabzını Tutan Şair
Bir yaşamı filme almanın en saf hâli: kaybolmamak için kaydetmek.
Yalnızca film çekmedi; göçün, dostluğun, sevmenin ve özellikle yaşamak eyleminin kırılganlığın kaydetti Jonas Mekas. Onun sineması, kişisel tarihin insanlık tarihine karıştığı o ince çizgide var olmaya devam ediyor.
Bazı yönetmenler sadece film yapar, bazıları ise hayatı tüm gerçekliğiyle kaydeder. Jonas Mekas benim için hep ikincisiydi. Kamerayı bir kayıt cihazı olmaktan kurtarıp kalbin bir uzantısı olarak kullandı. Onun filmlerini ilk kez izlediğimde -bu 17 yaşıma denk geliyor- sinemanın bir hayatta kalma biçimi de olabileceğini keşfettim. Küçük Melisa’nın gözlerinin ardında kalan imgelerini fark etmesine neden olmuştu.
1922’de Litvanya’nın Semeniškiai köyünde doğar Mekas. Gençliğini savaşın gölgesinde yaşar. 1944’te kardeşi Adolfas ile birlikte Nazilerden kaçar. Yıllarını Almanya’nın mülteci kamplarında geçirir. Evini, ülkesini, dilini kaybeder ama hayata bakışını kaybetmez. 1949’da Amerika’ya ulaşır ve o andan itibaren kamerası, kaybettiklerinin telafisi olur. Kamerayı nereye çevirse orası eviymiş gibi yansıtmaya çalışır. Onun için artık tek sığınak, gördüğü dünyadır.
Bir Dünya Kurmak: New York
New York, Mekas’ın sürgün hayatının yeniden doğduğu yerdir. Manhattan’ın küçük dairelerinde yazı yazar, film makaraları arasında yaşar. Kardeşi Adolfas ile beraber bağımsız sinemaya alan açan Film Culture dergisini kurar. Başlıca Andy Warhol, Allen Ginsberg, Yoko Ono, John Lennon gibi sanatçılarla dostluk kurar. Onların deneysel anlamdaki cesaretinden ve içtenliklerinden beslenir. 1970’te Anthology Film Archives’ı kurarak avantgarde sinemanın belleğini korur. Ama onun için esas önemli olan, küçük anların içinde kalmaktır. Bu yüzden kendi hayatını filme alır.
Kamerayla Yazılmış Bir Günce
Walden (1969) Mekas’ın tamamladığı ilk günlük filmidir. Kişisel manifestosu demek daha doğru olur belki de. Bir gülüşün, bir dostun yüzünün, ağaçların rüzgarla beraber dans edişinin, bir kahkahanın, yani gündelik hayatın küçük güzelliği denilebilecek her şeyi film şeridine işler. Hiçbir şeyin planlı olmadığı ama her şeyin doğru zamanda kaydedildiği bir yaşam şiiri gibidir.
Reminiscences of a Journey to Lithunia (1972), yıllar sonra yurduna dönüşüdür. Ama orada onu bekleyen, geçmişteki Mekas değildir. Mekas, 1950’lerin başlarından kalma görüntüleri, ülkesine döndüğünde kaydettiği yeni anlarla birleştirir. Annesine kavuşması bir tür teselli gibidir ama eski çocukluğunu ve Litvanya’yı geri alamaz. Sürgünlerin en derin çatlağı da burada açılır. Film, hem bir bellek yolculuğu hem de geri dönmenin imkansızlığı üzerine sade bir ağıttır. Çünkü onun için nostalji, bir duygudan çok yüklenme biçimidir.
Lost Lost Lost (1976) ise göçmenliğin, yabancılığın ve yalnızlığın kaydıdır. Mekas burada da yurdundan edilme temasını kendine has bir çizgide vurgulayarak devam eder. New York’un soğuk sokaklarında yürüyen genç bir Mekas vardır karşımızda. Bir yandan ait olamamaktan yakınır, diğer yandan da dışarıdalık hissinin özgürlüğüne sarılır. Çünkü dışarıdan bakmak, bazen her şeyi ilk kez görmektir.
Ve sonra gelir o devasa, neredeyse sonsuz olan film: As I Was Moving Ahead Occasionally I Saw Brief Glimpses of Beauty (2000). Mekas’ın yaşamının bir özeti değil de onunla kurduğu barışın filmidir bu. Eskisi gibi kaybolmuş değildir. Hayata tutunuşunun en sade ve narin anlatışıdır. En güzel anların hepsini bir araya getirir ve yaşamın büyüsünü yeniden hatırlatır. Beş saat boyunca hiçbir şey “olmaz” ama her şey olur. Çünkü filmde zaman akmaz; zamanın kaybolmasına karşı açılmış bir arşiv, bir dua gibidir.
Belki de en çok He Stands in a Desert Counting the Seconds of His Life (1985) ile anıyorum onu. Başlığın kendisi bile onun dünyasını özetler niteliktedir. Bir çölün ortasında zamanı sayarak yaşamak… Film, “Çölde durup hayatın saniyelerini sayıyor” başlığıyla açılır ve geçmiş zaman kipinde yenilenen “Çölde duruyordu” ifadesiyle kapanır. Esasında bu küçük dil oyunu, zamanın katmanlarını birbirine karıştırdığının bir göstergesidir. Sinemayı her zaman yaptığı gibi hayatın kendisine dönüştürür. Yaşamın büyük olaylardan değil, küçük anların toplamından oluştuğunu hatırlatır.
Bir Sinemadan Fazlası
Jonas Mekas’ı anlatırken “bağımsız sinemanın babası” demek yetmez. Çünkü o sinemayı özgürleştiren, bunun yanında insanı da özgürleştiren bir figürdür. Hayatta kıyıda köşede kalmış anlar bile onun kamerasında aynı özenle yer alır. O, filmi bir hatırlama biçimine dönüştürür. Onun için sinema, hem geçmişi tutmak hem de kaybolan anları onurlandırmaktır.
Bugün onun filmlerine döndüğümde, yaşamak ne kadar zorsa bir o kadar da güzel aslında diyorum. Mekas’ın sineması huzur reçetesi olduğu gibi yaşamın bütün karmaşasına sabırla bakabilme cesaretidir de aynı zamanda.
Bir zamanlar kendi eviyle birlikte varlığını kaybetmiş bir adam, tüm dünyayı evi haline getiriyor. Ve bizler, onun filmlerine baktıkça kendi hayatımıza gerek kırgınlıkla, gerek mutlulukla dönüyoruz. Çünkü Mekas’ın bize bıraktığı tek miras filmleri değil, nasıl yaşanacağını da öğretmesiydi.





