24.08.2022
Okja ve Kapitalizmle Barışık Solculuğun İç Yüzü
Kaan KAVUŞAN
Uyarı: Bu yazı çözümleme amaçlı olduğundan yoğun spoiler içeriyor ve filmin gidişatı üzerine sahne sahne kafa yorma amacında. Dolayısıyla filmi izledikten sonra okumanız daha isabetli olacaktır…
Dünyamıza ve Kapitalist Hayata İsabetli Bir Bakış Açısı
Snowpiercer ve The Host gibi ‘solcu’ filmlerin yönetmeni Joon-ho Bong’un yeni filmi Okja daha çok Netflix ile Cannes’in atışması münasebetiyle konuşuldu. Bu tartışma devam eder, dünyamıza ve kapitalist hayata isabetli bir bakış açısı sunan filmin kendisinden çok konuşulursa, gerçekten acı olacak.
Önceki cümleye referansla bir uyarı yapmak gerekiyor. Film politik bir eleştiri sunmasına rağmen, oldukça “karikatüristik” bir ortama sürüklüyor bizleri. Daha ilk sahnede Tilda Swinton, yine yönetmenin diğer filmi Snowpiercer’dakine benzer bir şekilde, abartılı mimik ve hareketlerle karşımıza çıkıyor. “Seks satar” mottosunun öldüğünün, onun yerine “aktivizm satar”ın geçtiğinin farkında olan bir CEO olarak sunumunu yapıyor; yeni-şirketçilik anlayışının ta kendisi, neredeyse bir Hint gurusu pozunda. Abartılı bir biçimde dedesinin mezbahasında hayvanlara yapılan eziyetlere dem vuruyor, bu yerin duvarlarının çalışanların kanıyla bezendiğini afişe ediyor. Ona göre artık “çürümüş” CEO’lar zamanı bitmiş. O ise çevreye, yaşama, açlığa dikkat çeken, vizyoner bir CEO’ymuş! Büyük bir şirketin tabiatı gereği kâr etme gerekliliği olduğunu ve bunun için her şeyi yapabileceğini afişe etmek konusundaysa pek hevesli değil. Bu tutum ve tavladığı “kapitalizmle barışık liberal sol kitle” reelde zaten karikatüristik bir hale geldiği için, yönetmenin muhtemelen sempatik ve kolay izlenir bir film yapmaktan başka bir amaç gütmeyen tercihinin sırıtmamasına hiç şaşmamak lazım.
İşte bu sunumda filmin iskeletini oluşturan konuyla karşılaşıyoruz. Şili’nin dağlarında bulunan bir domuz türü ortaya çıkıyor. Merkez sağın vicdan satanı liberal solun bütün hassasiyetlerine oynayan CEO’muzun iddiasına göre, sonraları devasa boyutlara ulaşacak olan bu domuzcuklara -yenilebilir hale gelene kadar- “sevgi ve özenle” prensler-prensesler gibi bakılacak. Arkadaki ekranda “ekoloji dostu”, “doğal”, “GDO’suz beslenme”, “doğayla iç içe” gibi daha sonra hepsinin yalan olduğu ortaya çıkacak sayısız, tavlayıcı “anahtar kelime” uçup gidiyor. Sunum ilerledikçe sahne adeta bir televizyon panayırı havasını alıyor, renk patlaması yaşanıyor. Bol renkli giyinmenin bile ideolojik tercihlere yorulduğu, bir şeye 10 dakikadan fazla odaklanmanın sorun olduğu bugünlerde gerçekten isabetli bir dikkat çekme taktiği aslında bu. Neredeyse ekranın bir kenarından kıçla balon patlatma yarışması düzenleyen Uygur Kardeşler çıkacak. En sonunda 26 adet domuzcuğun 10 yıl sonra geri alınmak üzere dünyanın 26 ülkesine gönderildiğini öğreniyoruz. Ve adı Okja olan domuz da Güney Kore’ye olayların akışını başlatmak için gönderiliyor. Bir an sonra gözümüzü 10 yıl sonrasına açıyoruz…
Jake Gyllenhaal’ın Zayıf Performansı
Bir dağ evinin yakınları, Okja sahibi Mija ile özgürce doğada dolaşıyor. Evcil hayvan durumuna geçmiş artık. Bu aşamada devreye giren Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı Johny Wilcox karakteri, televizyondaki “vahşi hayatta bir bilimci” temalı programların ünlü yüzü. Amacı en iyi domuzu bulup New York’ta sergilemek. Üne olan bağımlığı, bu karikatüristik atmosferde bile inanılmaz derecede sırıtan hareketleriyle filmin en aşırı karakteri. (Şüphesiz Gyllenhaal’ın zayıf performanslarından biri) Kapitalizmle uzlaşmaya gidip kendinden uzaklaşan karakterleri temsil ediyor bir anlamda. Hayvan dostuyken onu kesime gönderecek adam yerine geçiyor. CEO’nun kapitalizmle kopan duygusal bağları “sol aktivizm”i kullanarak bir “güler yüzlü kapitalizm”e evirme yolundaki ilk yardımcısı pozisyonunda. Onun Okja’yı en iyi domuz seçmesiyle, film evcil hayvanını şirkete kaptırmak istemeyen saf bir kızın mücadelesine dönüşüyor ve kovalamaca başlıyor.
Bu kovalamaca sahnelerinin biri özellikle dikkat çekici. Aynı sahnede Okja’yı taşıyan kamyonlara saldıran “kibar ve şiddet uygulamayı sevmeyen” aktivistler dikkat çekse de, kamyon şoförünün şirkete karşı kayıtsızlığı daha net bir tespit içeriyor aslında. Son zamanlarda patronların yakındığı bir konu da “çalışanların şirketlere sadakat hissetmesi” çünkü. Joon-ho Bong’un da dikkatini çeken bu olgu, kapitalistlerin başlıca sıkıntılarından biri. Artık insanlar bu sisteme en ufak bir sempati dahi beslemedikleri için, kapitalistlerin eğitip yetiştirdikleri elemanlar derhal başka bir şirkete geçebiliyor. Eğitilmesine ihtiyaç olmayan hazır iş gücü ise en çok parayı verenin yanına gidiyor; işten atılmayı da umursamıyor. Çünkü aşağı yukarı her kapitalistten aynı maaşı alıyor, biraz daha açlık çekmiş neye zarar… Böylece şirket stabilizasyon sorunu yaşıyor. Daha çok para kazanmak sadece patrona verilen bir hak ne de olsa. Onların kâr beğenmemesi hak, işçilerin maaş beğenmemesi ise tembellik. Yeni dünya böyle işliyor.
Aktivistlere geri dönersek, doğaüstü ve metafiziksel bir algı bir ortaya çıkıyor. Yönetmenin bir eleştiri ortaya koymak istediği bariz ancak ne kadarı az sonra söyleyeceklerim üzerine kurulu orası soru işareti. Önemli olan olayların aktarılması sırasında farkında olunmadan da olsa söylenenler: Hayvan hakları mücadelesi ile veganizmi harmanlayan grup Okja’nın hayatını kurtarmak istiyor. Veganizm kısmını geri plana çekerek konuşursak, bir mücadele eğer ideolojik/politik bir bütünün parçası değilse ancak reformist olabilir. Bu faydasız olduğu anlamına gelmese de kazanımların geri kaybedilebileceği anlamına gelir. (Hayvanlar için bile) Çünkü bir sömürüyü (burada hayvanlara kötü davranılması) ortaya çıkaran sistemin özelliği ideolojik/politik olmasıdır. Daha önemlisi aşamacılıkla iktidar kısmına ulaşamayarak, kazanımı koruyacak sigortaları yerleştirmemiş olursunuz. Hayvanlar için yıllarca dövüşüp, örneğin hepsinin açık havada beslenmesini, eziyet görmemesini sağlayabilirsiniz. Ama bu değişikliği koruyacak ideolojik bir çerçeve yoksa hepsi gücünü birbirinden alan iktidar-para-siyaset saç ayağında bu değişikliğin geri alınması, meclisten geçecek tek bir kanuna bakar. Maliyetin düşük olması önemli nokta duruma gelir. Devrimci olma iddiası taşıyan bir hareket, devrimci şiddetten uzak duramaz. Çünkü karşısındaki gücün fizikî kuvvetine de yaklaşması gerekir. Dünyayı şekillendiren şeyler maalesef fikri olduğu kadar fizikseldir. Aksi taktirde ancak tekil başarılar elde etme şansı vardır.
Yönetmen “Kapitalizme Olan Öfke”nin Bir Hayli Farkında
Bu aşamada filmin hayvan dostu olduğunu söylenebilir ancak et karşıtı olduğuna varamıyorum şahsen. Hayvan Özgürlük Cephesi elemanlarından aşırı hassasiyetten yemek yemeyi reddeden aktivistin hicvediliş şekline bakarsak, Bong’un kavgası daha çok endüstri ve kapitalist açgözlülükle. Independent’a verdiği röportajda kendisi de bunu vurgulamış: “Başroldeki Mija’nın bile en sevdiği yemek tavuk budu. Et tüketmekle bir sorunum yok. Ama seyircime bir kez bile olsa, tabaklarına gelen etin nasıl geldiğini düşündürmek istiyorum” diyor. Bunu dramatik olarak desteklemek için de Okja’yı normal bir hayvandan daha iyi kavrayışa sahip, daha zeki bir hayvan olarak resmetmiş. Mija’yı fedakârca uçurumdan yuvarlanmaktan kurtardığı sahnede bunu göstermişti…
Kovalamaca sahneleri film boyunca tekrarlanıyor. Ancak yaratılmak istenen “kendini ciddiye almama” hâli içinde vücut bulan bir istek ters tepiyor: Bong kendine has kadrajları ve anlatım tarzı olan bir yönetmen olarak, bu kargaşa anlarında âdeta Kustirica’yı taklit etmeye çalışmış gibi. Balkan müziklerinin kullanımı ve olayın ciddiyetiyle tezat oluşturan aktarım tarzı biraz olmamış açıkçası.
Film yol almaya devam ederken yönetmenin “kapitalizme olan öfke”nin bir hayli farkında olduğunu tekrar anlıyoruz. Hayvanlara Özgürlük Cehpesi’nin şirketteki gerçekleri ifşa ettiği sahnenin ardından halkın öfkesinin yükselmesiyle açıkça da ifade ediyor kendini. Bunun ötesinde işte tam bu noktada, şirketin temsil ettiği sistem kendi restorasyon noktasını harekete geçiriyor. Hippi CEO Lucy yerine “şeytani ikizi” Nancy geliyor. Nancy içi dışı bir, dini imanı para olan bir CEO ve her şeyi yapabilecek kapasitede. PR, imaj falan umurunda değil. Uzun uzun lafı dolandırmaya ihtiyacı yok, en kestirme yoldan kâra ulaşma amacında. Bu geçişi Obama sonrası Trump’a geçişe benzetmek mümkün. Sol liberalizm sonuçta sadece maske. Emperyalizmle mücadelede, ya da bu örnekte olduğu gibi, kapitalist kârının azalacağını gördüğü zaman, bahsettiğimiz saç ayağının yapısı aracılığıyla fütursuz bir neo-liberalizmde ve polis şiddetinde karar kılıyor. Devlet, egemen sınıfın baskı aracı olduğundan yeni duruma hemen ayak uyduruyor. Liberaller devletin küçülmesini, bireysel girişimciliğin artmasını isterken devlet harcamalarında sadece bir şeyden feragat etmezler: kendilerini koruyacak olan polis gücü. Aktivistler büyük dayaklar yiyerek son sahnelerini oynuyorlar. Örgütlü azınlık ele geçirilirken, örgütsüz halk gücü de böylece bir şey başaramadan eriyip gidiyor.
Derdini İyi Anlatan, Anti-kapitalist Bir Film
Ve son anlara geldiğimizde filmin bir hayli ciddileşen havası içinde bir sözü daha var Bong’un. Politik ve ideolojik bir mücadelesi olmayan, içgüdüsel olarak ilerleyen Okja’nın sahibi Mija, dini imanı para olan şeytani kapitalistten Okja’yı altınla satın alıyor ve diğer domuzlar kesilmeye giderken bu ikili (kurtardıkları bir yavru domuzcukla beraber) evinin yolunu tutuyor. Dolayısıyla Mija’nın mücadelesi sisteme karşı değil, politik/ideolojik içerikten yoksun olduğu için ancak tekil bir başarı elde ediyor ve çok kısıtlı bir kurtuluş sunuyor. Bu açıdan varılan nokta sizi duygusal olarak tatmin etmemiş olabilir ancak olayların akışı içinde sonucun buraya varması kaçınılmaz oluyor çünkü politik mücadele olmadan bütünü kurtarmak imkânsız. Film fikri olarak burada bitiyor aslında.
Burada eleştirilebilecek en haklı nokta filmin sadece fikri olarak değil, bütünüyle bu sahneyle bitmiş olmaması olabilir. 2-3 dakikalık kısa bir sahnede Okja, kurtardığı yavru domuz ve Mija dedesinin dağ köyüne dönüyorlar ve anlaşılan mutlu mesut yaşayacaklar. Filmin onca anlattığına ters düşen, umutlu bir noktada perde kapanıyor (geçici olarak, yazılardan sonra bir sahne daha var). Elbette ki Mija bir film karakteri olarak zorlukları atlatmış ve umutlu olabilir, ancak diğer domuzları hatırlarsak umutlu olacak çok bir şey yok aslında. ‘Yazılar’ aktıktan sonra bu sahneyi bütünsel olarak tamamlayan ufak bir sahne görüyoruz. Bu sahnede Hayvanlara Özgürlük Cephesi bir otobüste eylem peşinde. Bireysel kurtuluştan yine örgütsel mücadeleye geçiliyor, savaş bitmez mesajı veriliyor. En azından film azıcık da olsa bitirdiği yerdeki politik çelişkiden kendini kurtarıyor. İyimserlik biraz daha artıyor, ‘en azından mücadele devam ediyor’ hissi pompalanıyor.
Özetle, Okja derdini iyi anlatan, bunu yaparken pek sıkmayan, kendine has gariplikleri olsa da fikri olarak dolu, anti-kapitalist bir film. Sonundaki nafile umut havası ve bir süre sonra bağışıklık kazanacağınız bol müzikli “Kusturica kargaşası” sahneleri ufak dezavantajları. Her halükârda izlemeye değer.