24.06.2016
Youth: Basit Bir Müzik Kadar Güzel
Son yılların en gözde sinemacılarından olan Paolo Sorrentino, muhteşem Roma’nın ihtişamını anlattığı La Grande Bellezza ile yılın en iyi filmlerinden birine hatta en iyisine imza atmıştı. Fellini sinemasından da izler taşıyan film, modern sinemanın büyük anlatıcılarından ve hayata karşı bazen alaycı bazen de ciddi duran Sorrentino için oluşan beklentileri de epey artırdı. İkinci kez derdini İngilizce anlatmayı seçen yönetmen, yanına da kurt oyuncuları alarak yeni bir serüvene koyuldu: Youth. Kendine has üslup ve görkemi yine şiirsellik ile buluşturduğu, hayata dair muhteşem tespitler barındıran ve etkisinden uzun süre çıkmanın güç olduğu bir başyapıt…
Hikâye, zengin ya da ünlülerin daha sık ziyaret ettiği bir spa otelinde geçiyor. Hayata alaycı bakan ve hesabını çoktan kapatmış gibi görünen yaşı epey geçkin besteci Fred Ballinger ile kadim dostu, yapacak son bir işi olan ve bu uğurda çırpınan yönetmen Mick Boyle’un sohbetlerine odaklanıyoruz. Onların her sohbetinde hayata dair müthiş doneler elde ederken, bir yandan da şiirsel bir tat alıyor ve kendimizi adeta yanlarına bir köşeye iliştiriyoruz. Kimimiz bu sohbetlerden büyük haz alıp, yaşama sevinci ile dolarken, kimimiz de “gençlik” etkisi ile dönen başımızı daha da sersemletiyoruz. Bazılarımız o yaşlara gediğinde Fred ve Mick gibi olmanın hayalini kurarken, bazılarımız da yine o gençlik büyüsü ile belki de o günlerden korkuyor. Ancak, bunlardan hangisini hissedersek hissedelim, hesabı nasıl kapatırsak kapatalım en sonunda büyülenmemek, kendimizi iyi hissetmemek imkansız. Zira, karakterlerimizin söyledikleri, yani Sorrentino’nun yazdıkları, duvara asılıp her gün evden çıkmadan okunacak cinsten birer olgunluk ve yol göstericilik içermekte. Zaten Sorrentino, henüz kırklı yaşlarında olmasına rağmen, kaba tabirle hayatı yalayıp yutmuş ve her şeyini çözmüş bir eda ile filmler çekiyor. Bu, bazılarını itebilir, en büyük eleştiriler bu yönde gelebilir ancak, çektiği bütün filmleri izlemiş birisi olarak bunu gerçekten dolu ve olgun bakabildiği için yapabildiğini belirtmem gerek. Bu anlamda bir sonraki adımının da hep daha ötesi olmayı başarabildiğini ekleyerek…
Fred ve Mick’in hayata karşı alaycı bakışları, yan hikayeler ile zedelenebiliyor. Fred’in kızının yaşadığı sorunlar, eski karısından kalan acı hatıralar, Mick’in hayatını adayacağı filmle ilgili yaşadığı sorunlar ve gençlere karşı hissettiği sorumluluk. Hayatımızda da öyle değil midir? Kendimizi en tam hissettiğimiz, mutlu olduğumuz anlarda yakınlarımızdan bir sorun gelmez mi? Mutlu olduğumuzu sanarken parçalanmaz mıyız? Alaycı baktığımız ve bazen küçümsediğimiz hayat bize aniden bir bela getirmez mi? Bütün bunlara karşı yapabilecek çok şey ya da istek yoksa eğer? En iyisi belki de Fred ve Mick gibi yapmak. Onlar en iyi arkadaşlar ve birbirlerine sadece iyi şeylerden bahsederler. Gerisi içilen güzel şaraplar, harika bir vücutta vuku bulan güzellik ve ah şu gençlik! Hayat bir şekilde ve tüm kusurlarına rağmen yaşamaya değer.
Filmin en büyük kozlarından birine, yani görselliğe değinecek olursak büyüleyici demek sanırım ilk kullanılacak kelime. İhtişamı seven ve onu en iyi anlatan yönetmenlerden biri olan Sorrentino, bu gücünü/bakışını kullanmaktan geri kalmıyor. Her karede, içine nüfuz eden bir güzellik var ve etkilenmemek adeta bir mucize. Görüntü yönetmeni Luca Bigazzi‘nin de tıpkı La Grande Bellezza’da olduğu gibi yeteneklerini sergileyecek geniş alan bulması ile bu güç daha da artıyor ve size heyecanlanmak, arkanıza yaslanıp keyfini çıkarmak kalıyor. Sanırım ismi geçen usta sinematograflar arasına yavaş yavaş Bigazzi’yi de yazmak ve yeni projelerini heyecanla beklemek lazım gelir. Hazır teknik dallara girmişken, harika müzik tercihleri ve bu film için David Lang tarafından yapılan, Sumi Jo’nun seslendirdiği muazzam Simple Song #3 şarkısını zikretmemek olmaz. Bir filme daha uygunu sanırım çok az bulunur.
Bir futbolsever ve Maradona hayranı olarak Sorrentino’nun daha evvel Oscar konuşmasında idollerinden birisi olarak kendisini sayması hoşnut etmişti. Zaten, kendinize yakın bulduğunuz ve derdini anladığınız yönetmenler, hayata dair bakışlarında da sizinle örtüşür, örtüşmelidir. Yeni filminde de Maradona hakkında bir güzelleme bekliyordum ve beklediğimi fazlasıyla aldım. Sorrentino, Maradona karakterini filme dahil etmiş hem de ön sıralardan. Onun gelmiş geçmiş en büyük futbolculardan (hatta en iyisi) biri oluşu, safi yeteneğe sahip olması ama bir o kadar yanlış hareket etmesi futbolculuğundan emekliliğine hep konuşulan bir durumdur. Sorrentino da bu büyük yıldıza saygı duruşunda bulunduğu gibi, kendisine dikkat etmesi gerekliliğine de biraz karikatürize biraz da hüzünlü bir şekilde yer veriyor. Tanrı’nın eli Maradona’yı o halde görmek sanırım iç burkan bir şey.
Youth, Michael Caine ve Harvey Keitel’in muhteşem performanslar sergilediği, Sorrentino’nun her zamanki şiirsel dokunuşları ile yine büyülediği ve izlerken sizi hem heyecanlandıracak hem de alıp götürecek bir başyapıt. Aynı zamanda, gençlik büyüsüne kapılmadan, hayatın ve zamanın hiç ara vermeden aktığını unutmayarak ve yapmak istediklerimiz için her zaman ama her zaman uğraşmamız gerekliliğine dair müthiş bir ağıt. Çağımızın en büyük anlatıcılarından olan Sorrentino, ister bir şehir, ister bir insan ya da hayatın tümü olsun, bir şekilde tutunacak, çok ciddiye almadan ama kopmadan yaşatacak bir şeylerin olduğunu bizlere anlatıyor.
Youth, basit bir müzik kadar güzel… Korkuyu değil, arzuyu beslemek gerek…