04.10.2025
One Battle After Another: Direnişin Anatomisi
Yazı spoiler içerir.
Paul Thomas Anderson sineması, büyük anlatılarla derin insan portrelerini birleştiren, görsel olarak titiz ve karakter odaklı bir sinema. Anderson’ın filmleri genellikle aile bağları, güç ilişkileri, hırs ve kırılganlık ekseninde döner, fakat anlatı biçimi her seferinde farklı bir türü yeniden yapılandırıyor gibidir. Boogie Nights’ta porno endüstrisinin yükseliş ve çöküşünü bir aile hikâyesine dönüştürürken, There Will Be Blood’da kapitalizm ve inanç çatışmasını devasa bir trajediye taşıyordu. The Master, lider ve mürit ilişkisi üzerinden hem bir aşk hem bir inanç hikâyesi kurarken, Phantom Thread ise kontrol ve teslimiyet üzerine zarif ama gerilimli bir melodramdı. Bütün bu filmler farklı dönem ve türlere yayılmış olsalar da her biri, toplamda, Amerikan toplumunun sosyokültürel ve politik dinamiklerini, yani güç, sınıf, inanç, aile yapısı, kapitalizm, isyan ve kimlik arayışını derinlemesine açığa çıkaran bir sinema olarak okunabilir.
Son filmi One Battle After Another (Savaş Üstüne Savaş) ise onun politik duruşunu en açık biçimde ortaya koyan eseri. Anderson, devrim, iktidar, kaybedilmiş idealler ve kuşaklar arası aktarılan suçluluk duygusunu kaotik bir enerji ve kara mizahla birleştiriyor. Yönetmen, bu filmde sadece bir hikâye anlatmıyor, seyirciye devrimsel mücadele kavramının doğasını, ve sürekli yeniden kurulan düzen fikrini sorgulatıyor. Film “tek bir savaş yoktur, mücadele hep yeniden başlar” diyor.
Aksiyon, Mizah ve Alegori
Filmin açılış sahnesi seyirciyi bir anda yaklaşık 3 saat sürecek bir aksiyonun ortasına pat diye atıveriyor. Radikal devrimci bir grup olan French 75, ABD’de göçmenlerin tutulduğu askeri bir tesisi cesur ve oldukça teatral olarak tabir edebileceğimiz bir operasyonla basıyor. Bu sahne hem gerilim yüklü, hem de tuhaf bir mizah barındırıyor çünkü devrim burada salt şiddet değil, aynı zamanda bir performans, bir tür provokasyon kılığına bürünmüş. Perfidia Beverly Hills (Teyana Taylor) karakterinin hem stratejik dehası hem de cinselliği politik bir silah gibi kullanışı, Anderson’ın gücü sadece ideolojik bir yerden değil, arzunun alanından da okumak istediğini ortaya koyuyor. Ve “Perfidia” ismine gelirsek, İspanyolca’da “ihanet”, “sadakatsizlik” (ingilizcede “perfidy”) anlamına geliyor. Perfidia’nın, sonuç olarak bencilliği, suç ortaklarını ihbar etmesi, düşmanla pazarlık yapması ya da çıkarları doğrultusunda eylemlerini yönlendirmesi onu isminin hakkını veren, yani “ihanet eden” olarak daha en baştan konumlandırıyor.
Zaman 16 yıl ileri sarıldığında ise, devrim hayallerinin yorgunluğunu taşıyan karakterlerle karşılaşıyoruz. Perfidia kaybolmuş, Bob (Leonardo DiCaprio) yeni bir kimliğe bürünmüş ve kızı Willa’yı büyütmektedir. Ancak eski düşman, Albay Steven Lockjaw (Sean Penn), geri döndüğünde geçmişin tüm suçlulukları, yarım kalmış planları ve ihanetleri yeniden su yüzüne çıkıyor. Beyaz üstünlükçü faşist albayın soyadının “Lockjaw” olması da tesadüf değil tabii. “Lockjaw” kelimesi İngilizce’de tıbbi bir terim olan “çene kilitlenmesi” anlamına geliyor. Lockjaw karakteri, filmde aşırı yapısal, baskıcı, sistemin ve militarizmin diliyle hareket eden bir figür. Bu anlamda “kilitlenmişlik”, “sıkışmışlık”, ve “zorla kontrol etme” metaforlarını çağrıştırıyor. Zaten Sean Penn’i çoğu zaman çenesini kasarken, hatta bütün vücuduyla kasılmaktan kaskatı hale gelmiş zavallı bir aparat olarak görüyoruz.
Anderson’ın senaryosu ilham aldım dediği yazar Tom Pynchon’un Vineland romanının anarşik ruhunu ve kendi sinemasının karakter merkezli karmaşasını harmanlıyor, ve ortaya kaotik görünen ama capcanlı bir politik gösteri çıkıyor. Film bir casusluk hikâyesi, bir baba-kız dramı, bir aksiyon-komedi ve bir politik alegori olarak devamlı şekil değiştiriyor. Bu arada, bu Anderson’ın ilk Pynchon uyarlaması değil. Inherent Vice filmi de yazarın aynı adlı eserinden uyarlanmıştı. Ancak, belirttiğim gibi Vineland sadece bir ilham kaynağı olmuş yönetmene, tam bir uyarlama değil.
Yorgun İdeallerin Gölgesinde
Filmin kalbi, oyuncuların büyük incelikle canlandırdığı karmaşık karakterlerle atıyor. Leonardo DiCaprio, Bob Ferguson’u sıradan bir baba ile eski bir militan arasında gidip gelen bir figüre dönüştürüyor. Bob’un bitkin ve kafası her daim dumanlı varlığı, devrimin yenilgisiyle yaşamaya çalışan bir insanın portresine dönüşüyor. DiCaprio burada kendisiyle alay etmeye de hazır. Bob hem komik hem kırık hem de öfke patlamalarıyla hâlâ kendi çapında tehlikeli sayılır.
Teyana Taylor ise Perfidia rolünde nefes kesici. Onun varlığı sadece güçlü bir kadın kahraman olmanın ötesinde, cinsiyet, güç ve direniş ekseninde yeni sorular açıyor. Perfidia’nın belirdiği her sahnede, film nabzını değiştiriyor. Perfidia karakteri hem stratejik, hem duygusal, hem de bedensel bir güce sahip. Sean Penn ise Albay Lockjaw rolünde grotesk bir performans sergiliyor. Onun abartılı, saplantılı hali, otoriterliğin hem komik hem tehditkâr yüzünü bir arada sunuyor. Regina Hall, Benicio del Toro ve genç oyuncu Chase Infiniti’yi izlemek ise ayrı bir keyif. Özellikle de One Battle After Another ile kariyerinin ilk uzun metrajlı filminde rol alan Infiniti’nin canlandırdığı Willa karakteri, filmin duygusal merkezine oturuyor, devrim sonrası kuşağın yükünü ve umutlarını taşıyor.
Görüntü yönetimi de filmin ruhuna hizmet eden güçlü bir damar. Anderson ile dördüncü kez aynı filmde çalışan usta görüntü yönetmeni Michael Bauman’ın VistaVision kamerası hem geniş Amerikan bozkırlarını hem de karanlık şehir köşelerini aynı otantiklikle çerçeveliyor. VistaVision formatını en son gördüğümüz fimlerden biri The Brutalist idi ve özellikle de IMAX ekranı söz konusu olduğunda bu formatı seçmenin ne kadar iyi bir karar olduğunu anlıyorsunuz.
Direnişin Anatomisi
One Battle After Another politik filmler diyarında yerini alırken didaktik olmadan söylemini kurabilmesi açısından da özel bir konumda. Anderson, devrim fikrini kişisel ilişkiler, kırılmış idealler ve tekrar tekrar başa dönme zorunluluğu üzerinden inceliyor. Filmdeki baba-kız ilişkisi, sadece bir aile dramı değil aynı zamanda kuşaklar arası bir vicdan aktarımının sembolü. Geçmişin yarım kalmış mücadelesi, yeni neslin omuzlarına sessizce yükleniyor.
Bu anlatı, günümüzün kaotik politik iklimine de çarpıcı bir ayna tutuyor. Devamlı gözetlenen bir toplum, medyanın manipülasyonu, kutuplaşmalar, bitmeyen isyan hâli, protestocuların arasına karışan devlet eliyle konulmuş provokatörler… Tüm bunlar aslında günümüzde neredeyse bütün toplumların maruz bırakıldığı pratikler. Anderson tüm bunları karanlık bir fars, kara mizah ve gerilim karışımıyla işliyor. Bunu yaparken hem eğlenceli hem de rahatsız edici bir tonda kalabiliyor ve film bittiğinde seyirci sadece hikâyeyi değil, kendi çağının çıkmazlarını da düşünmeye başlıyor.
Elbette film tamamen kusursuz değil. Özellikle ikinci perdede anlatı biraz karmaşıklaşıyor ve bazı tekrarlar temponun gücünü hafifçe zayıflatabiliyor. Ancak bu küçük pürüzler, filmin enerjisini kırmıyor, aksine Anderson’ın risk alan bir sinemacı olduğunu hatırlatıyor. Karşımızda steril bir film yok, dağınıklığı ve fazlalığı bir anlatım stratejisine dönüştüren bir yönetmen var. İç mekân çekimlerinde doğal ışık kullanımından tutun, delicesine aydınlatılmamış gece sahnelerine, otantik mekân seçimlerinden göz kamaştırıcı güneşin altında kavrulan otobanlara uzanan, fazlasıyla gerçek bir dünya kuruyor Paul Thomas Anderson.
Yönetmen, her kadrajda hem hikâyenin duygusal gerilimini hem de karakterlerin içsel yalnızlığını hissettiren bir ışık dili yaratıyor. Kapalı alanlarda sanki karakterlerin geçmişten gelen yüklerini taşıyan loş bir ışık hâkimken, dışarıda geniş ve yakıcı manzaralarla hem özgürlük hem tehdit duygusu bir arada veriliyor. Anderson, yapay parlaklık yerine gün ışığının ve mekânın kendine has dokusunun peşinde. Bu da filme sahicilik ve neredeyse belgeselvari bir his katıyor. Gece sahneleri ise Hollywood’un sık rastlanan aşırı aydınlatılmış estetiğinden uzak, yerine yarı karanlık, seyirciyi içine çeken bir bilinmezlik hissi hâkim.
Büyük Düşler, Bitmeyen Çatışmalar
Paul Thomas Anderson’un sineması her zaman büyük sorular sormayı sevdi ama hiçbir filminde bunu bu kadar coşkulu, bu kadar riskli bir biçimde yapmamıştı. One Battle After Another, belki bir manifesto değil ama adeta bir çağrı. Mücadelelerin kolayca kazanılmadığını, her zaferin kırılgan, her devrimin eksik veya yarım olduğunu hatırlatan bir çağrı.
Filmi Trump dönemini masa yatırıyor şeklinde sınırlamak da haksızlık olur kanaatindeyim, zira ABD’nin kuruluşundan itibaren köklerine sinmiş ırkçılık ve şiddet sarmalı hep vardı, sadece politik aktörler değişip durdu. Sonuçta siyahilere haklarını henüz 1960larda anca vermiş bir ülkeden bahsediyoruz. Bunun ötesinde, dünya üzerinde, bir döneminde siyasi ve askeri otoritenin baskısını üzerinde hissetmemiş bir toplum veya kesim yoktur sanıyorum, bu yüzden aslında gayet evrensel bir mesajı var One Battle After Another‘ın. Film, politik alt metniyle bugünün dünyasını yakalarken, kişisel hikâyeleri de hiç ihmal etmiyor. Seyirciyi hem aksiyonun hızına kaptırıyor hem de kahramanların kırık umutlarına ortak ediyor.
Sonuç olarak, One Battle After Another sinemanın büyüsünün hâlâ mümkün olduğunu hatırlatan bir yapıt. Gürültülü, enerjik, bazen kaotik ama sonuna kadar dinamik. Yenilgileri de zaferleri de sahici hissettiren bir film. Anderson’ın kariyerinde önemli bir eşik, ve sinema tarihinin de en riskli ama en unutulmaz işlerinden biri olarak da anılacak gibi görünüyor. Paul Thomas Anderson sineması hem kavramsal derinlik hem de biçimsel cesaret arayan seyirciler için hâlâ bereketli bir cevher.



