09.07.2025
Jurassic World: Rebirth : Dinozor Alt Kültürünün Küresel Pazardaki Değeri Üzerine Bir Değerlendirme
Konuk Yazar: Arif ÇEKDERİ
** Yazı spoiler içerir**
İlk paleontolog ve fosil koleksiyoncusu Mary Anning’in 1811 yılında kardeşiyle birlikte keşfettiği ilk Ichthyosaurus fosilinden, 1993 yapımı Jurassic Park filmine kadar dinozorlar uzun süre boyunca yalnızca bilimsel bir merak konusu olmuştur. Ancak günümüzde dinozorlar, doğa bilimlerinin sınırlarını aşarak popüler kültürün ve tüketim endüstrisinin vazgeçilmez ikonlarına dönüşmüştür. 19.yüzyıldaki sömürgecilik çağında hâkim olan “bilinmeyenle karşılaşma korkusu”, 20. yüzyılda insan eli değmemiş doğaya duyulan özlemle yer değiştirir. Bu dönüşüm, özellikle edebiyat ve sinema alanlarında dinozor temsilleri üzerinden anlatısal ve görsel biçimde ifadesini bulur. Arthur Conan Doyle’un The Lost World (Kayıp Dünya) adlı romanından, King Kong gibi sinema tarihinin ikonik yapımlarına kadar dinozor imgesi, insanın doğa ile kurduğu ilişkiyi simgesel düzeyde temsil eder. Bu imge, Jurassic Park serisiyle birlikte zirveye ulaşır.
Michael Crichton’ın romanından uyarlanan ve 1993’te vizyona giren ilk filmle başlayan bu sinemasal evren, dinozorları sadece bilimsel bir fenomen olarak değil, aynı zamanda kitlesel tüketime entegre olmuş birer ürün olarak yeniden tanımlar. Böylece oyuncaklardan giyime, çizgi filmlerden tema parklarına kadar uzanan geniş bir kültürel alt yapı inşa edilir. Dinozorlar artık yalnızca doğa tarihi müzelerinde değil, süpermarket raflarında, çocuk odalarında ve hatta dijital evrende yer edinmişlerdir. Bu sürecin kökenlerine dair anlamlı bir detay ise, İngilizcede oldukça bilinen “She sells sea shells by the sea shore” tekerlemesinin, pek çok kaynağa göre Mary Anning’e ithafen ortaya çıkmış olmasıdır. Bu kültürel miras, dinozor merakının yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda folklorik ve pedagojik alanlara da sızdığını göstermesi bakımından önemlidir. Öyle ki, bu tekerleme bugün Türkiye’deki pek çok çocuğun da erken yaşta karşılaştığı ilk İngilizce ifadelerden biri hâline gelmiştir.
30 Metrelik Mosasaur Yetmez, Bize Xenomorph Kafalı Bir Mutant Getirin !
Jurassic World: Rebirth (2025), serinin yedinci filmi olarak 4 Temmuz’da vizyona girdi ve Jurassic Park mirasını sürdürme iddiasıyla karşımıza çıktı. Seriyi başından beri büyük bir merakla takip eden bir “dinozor geek” olarak bu filmi sinefil bakışından çok, konuya yıllardır ilgi duyan bir gözle değerlendirmek istedim (ve daha önce bu alanda kaleme aldığım akademik bir çalışmadan da yararlanarak bu yazıyı hazırladım). Ancak filmi değerlendirirken en zayıf halkasının senaryo olduğunu açıkça söylemek gerekir. En sonda söylenecek şeyi en başta söyleyelim: Bu filmin güçlü bir senaryosu yok. Film, daha çok çocukluk merakımıza hitap eden nostaljik bir deneyim alanı kurarak bunun üzerinden bir seyir zevki üretmeye çalışıyor.
Rebirth, önceki Jurassic yapımlarına kıyasla belirgin biçimde daha yüksek bir şiddet dozuna sahip. Distortus Rex, Mutodonlar ve Mega T-Rex gibi yeni yaratılmış antagonist türler, bu sert ve karanlık atmosferi destekleyen ögeler. Özellikle bu filmdeki T-Rex’in ilk filmdeki orijinal T-Rex’ten çok daha büyük olması da görsel olarak bunu pekiştiriyor. Şahsi kanaatimce, bu yedinci film hem şiddet dozu hem de karanlık atmosferi açısından tüm seri içinde en sert yapım. Resmî verilere göre insan ölümü sayısı bakımından zirvede 23 ölümle Jurassic World yer alsa da, Rebirth’ün tonlaması çok daha vahşi ve karanlık. Bu atmosferin arka planında yatan temel mesaj ise, serinin genelinde olduğu gibi, insan eliyle yapılan bilimsel gelişmelerin çoğu zaman kötüye kullanılacağı ve doğanın kontrolünün kapitalist sistem tarafından araçsallaştırılacağı yönündeki eleştiridir. Ancak bu kez bu mesaj daha dolaylı değil, çok daha doğrudan bir şekilde veriliyor. Her Jurassic filminde araya sokuşturulan aile ve karakterler arasındaki espriler gibi yumuşatıcı etkiler bu filmde yok denecek kadar az. Belli ki filme geleneği devam ettirme amacıyla sokulmuş Delgado Ailesinin varlığı da bu durumu değiştirmiyor.
Tüm bu karamsar arka plana rağmen, filmi dinozor ve paleontoloji merakıyla izleyen biri olarak ben vaat edileni aldım diyebilirim. Mosasaur, Quetzalcoatlus ve Titanosaurus gibi ikonik türlerin sinematik temsilleri gerçekten etkileyiciydi. Özellikle Dunkleosteus terrelli’nin sadece baş fosiline gönderme yapan bir sahne, eğlenceli bir “easter egg” olarak dikkat çekti. Bu sahnede, balıkçı ağına takılan kafatası üzerinden seyirciye ince bir espri yapılıyor: “Dunkleosteus mu görmek istediniz? Alın size kafa!” Bu tür detaylar, filmde yer yer eksik kalan senaryo yapısını telafi edecek düzeyde keyifli göndermeler içeriyor.
Soyu Tükenmiş Bir Türü Geri Getirmek Etik Midir?
Filmin temel düşünsel arka planına bakıldığında, Jurassic World: Rebirth’ün genetik mühendislik ve bilimsel etik sorunlarına yönelik eleştirilerini merkeze almaya devam ettiği görülüyor. Aslında bu tema, serinin en başından beri işlenmektedir. 1993 tarihli ilk filmde dinozorlar genetik mühendisliğinin ürünü olarak sunulurken, 2018’de vizyona giren Jurassic World: Fallen Kingdom filminde bu yaratıklar biyolojik silaha dönüşmüştür (örneğin: Indoraptor). Serinin son filminde ise karşımıza artık ‘üretim hatası’ denilebilecek ölçüde, doğa dışı mutantlar çıkmaktadır.
Tüm bu anlatılar ortak bir zemine dayanır: Jurassic World serisinin ana karakterlerinden Owen Grady’nin, 2015 yapımı filmde hibrit tür Indominus Rex için söylediği “O şey bir dinozor değil” ifadesi, bu temel sorunu net bir biçimde özetler. Bu yaratıklar, doğanın bir parçası değil; insan eliyle tasarlanmış, sentetik varlıklardır. Grady’nin bu cümlesinde hissedilen endişe ise, 1980’lerdeki siberpunk sinemasının da ortak kaygısıdır. Siberpunk türünde, yapay zekâ ve ileri teknoloji ürünü varlıkların insan üzerinde kurduğu tehdit öne çıkar. Jurassic serisi ise bu temayı farklı bir bağlamda, genetik mühendislik üzerinden ele alır. Canlı DNA’ların laboratuvar ortamında birleştirilerek yeni organizmalar yaratılması ile hayvanlar üzerinde yapılan deneyler arasında etik açıdan ciddi paralellikler bulunmaktadır. Bir adım daha ileri gidersek aslında iki durumda aynı şeydir.
Bu noktada kritik bir soru ortaya çıkar: Bilimsel ilerlemelerde kullanılan tartışmalı yöntemler, teknoloji karşıtlığını haklı çıkarabilir mi? Daha doğrudan bir ifadeyle: “Etik ihlaller, teknoloji karşıtı söylemi meşrulaştırabilir mi?” Jurassic World: Rebirth, bu soruya Distortus Rex karakteri üzerinden çok net bir yanıt veriyor: “Hayır, meşrulaştıramaz!” Bu türler yalnızca doğanın değil, insanın da kontrolünden çıkmış canavarlar hâline gelirken, etik sınırların aşılması toplumsal bir tehdit olarak gösterilir.
Sonuç olarak Jurassic World: Rebirth, dinozor temsilleri üzerinden teknoloji, etik ve kültüre dair düşünsel katmanlar sunan bir yapım olarak dikkat çekerken; aynı zamanda dinozor figürlü oyuncakların pazarlandığı bir reklama da dönüşmektedir. Distortus Rex oyuncakları raflarda yerlerini aldılar bile. Film hakkında ön gösterim sonrası eleştirilere baktığımda filmin pek beğenilmediğini görüyorum yine de Jurassic serisi dinozorları ve paleontolojiyi yeni nesillere aktarması ve sevdirmesinden dolayı kültürel bir değere sahip. Seri ticari kaygılarla sürdürülecek olasına rağmen 8. filmi de izleyeceğiz. Tüm bu çelişkiler, filmin hem eleştirisini hem de çekiciliğini oluşturuyor. Son olarak, Mosasaur o kadar büyük değildi …


