20.12.2016

Yönetmen Koltuğu: Jane Campion

3)Bright Star (Parlak Yıldız) – 2009

Parlak yıldız, senin gibi sarsılmaz durabilir miyim?

Semada asılı Lone’un ihtişamı dururken olmaz.

Ve izliyorum, ebediyen kapanan iki göz kapağıyla

Doğanın dayanıklılığı gibi, uykusuz keşiş

Papazın görevi, hareket eden sular

Dünya’nın kıyılarına saf bir boy abdesti

Ya da günahkâr bir maskeli baloya bakan gözler

Dağları ve kırları kaplayan karlar

Hayır, hâlâ sarsılmaz,

Güzel aşkımın olgun göğsünü yatırdım yastığa,

Yumuşak iniş ve çıkışlarını

Hissetmek için sonsuza kadar

Ebediyen tatlı bir huzursuzluktan uyanmak

Yine de, yine de aldığı o

Hassas nefesi duymak

Ve sonsuza kadar yaşamak,

Ya da bayılıp, ölmek…

Henüz yirmi beş yaşındayken veremden ölen, İngiliz şair John Keats’a yukarıdaki dizeleri yazdıran büyüleyici aşkı ve bu aşkın mimarı olan Fanny Brawne’yi dönemi açısından bir kadın olarak taşıdığı öneme değinen eşsiz bir dönem filmdir Bright Star. Sinemasını kadın hikâyeleri üzerine temellendiren Campion, The Piano’daki Ada kadar olamasa da yine güçlü bir kadın ile bizleri buluşturuyor. Yaşadığı dönem itibariyle alışılmışın dışında hatta yer yer insanların alay konusu olan kıyafetler tasarlayan – bu yönüyle bana Coco Chanel’i anımsattı- ve yine çevrenin pek de onaylamayacağı bir aşkın peşinden inatla giden, karşısına çıkan engellere asla boyun eğmeyen, dik kafalı, romantik bir kadın olan Fanny, seyirciyi kendisine fazlasıyla bağlıyor.

Campion, Fanny’nin mücadeleci karakterini, romantik yanını kısacası her şeyiyle Fanny’i, tarihe adını yazdırmış bir şairin adının arkasına değil de aksine onun önüne yazdırmasıyla farklılığını ortaya koyuyor en başta. Fanny, birçok klasik filmdeki gibi bir sanatçının doğuşunu ya da yükselişini destekleyen yardımcı karakter değil, bir sanatçıyı var eden ona şiirlerini yazdıracak ilhamı sağlayan başkarakterdir. Campion, bu şapka çıkarılacak hamlesinin yanında eşsiz müzikleri, dönemi başarıyla resmetmesi, özellikle doğanın içindeki dış çekimler, ışık kullanımı ile göz dolduruyor. Bright Star’ı izleyip de kendini on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinin kırsallarında gezintiye çıkmış gibi hissetmeyen yoktur sanırım. Öyle değil mi?