15.05.2018

Yönetmenlerin Hayatları Beyaz Perdede

1) Pasolini – 2014

Yönetmen: Abel Ferrara

Oyuncular: Willem Dafoe, Maria de Medeiros, Riccardo Scamarcio…

Pasolini, 1975 yılında hayatını kaybeden usta yönetmen Pier Paolo Pasolini'nin son günlerini ve ardında şüphe yaratan ölümünü beyaz perdeye taşıyor. Dünya prömiyerini Venedik Film Festivali kapsamında gerçekleştiren filmde Pasolini'ye Willem Dafoe hayat veriyor.

Şair, yönetmen, gazeteci ve aydın olan çok yönlü sanat adamı Pasolini, İtalyan sanat ve siyaset çevrelerinin de en tanınmış isimlerinden biri olarak görülüyordu. Öldürüldüğünde, hakkında bazı söylentiler ve cinayetle ilgisi olabilecek şüpheliler ortaya çıkmış, fakat gerçek katil asla bulunamamıştı. Özellikle Salò o le 120 giornate di Sodoma adlı film ile ilgili cezalandırıldığı ise en çok üzerinde durulan söylentilerdendi. 2005 yılında, bazı yeni kanıtların ele geçmesiyle birlikte  cinayet dosyası yeniden gündeme geldi. Yönetmen Abel Ferrara, bu çok yönlü sanat adamının son günlerini siyaset ve sinema tarihini harmanlayarak ele alıyor.

Fakat film, vasatı aşamayarak ne yazık ki sınıfta kalan bir yapım olmuştu.

2) Hitchcock – 2012

Yönetmen: Sacha Gervasi

Oyuncular: Anthony Hopkins, Helen Mirren, Scarlett Johansson…

Sinema tarihinin kilometre taşlarından Alfred Hitchcock'un sıradışı filmi Sapık (Psycho)'ın çekim sürecinde geçen film Hitchcock ve eşi Alma'nın aşklarına odaklanıyor. Filmde ustayı Anthony Hopkins canlandırırken karısı Alma rolünü ise Helen Mirren üstleniyor. Hitchcock’un çığır açan filmi PSYCHO’nun yapım sürecinde geçen film, Hicthcock hayranlarını salonlara taşımıştı.  Projenin yönetmen koltuğunda Sacha Gervasi otururken, senaryo ise John McLaughlin’e ait filme kaynaklık eden kitap ise Stephen Rebelloizamlı “Alfred Hitchcock and the Making of Psycho” adlı eser.

Filmde ayrıca Scarlett Johansson, Janet Leigh, James D'Arcy, Anthony Perkins, Jessica Biel, Vera Miles, Michael Stuhlbarg ve Toni Collette gibi pek çok yıldız isim yer alıyor.

3) 81/2 – 1963

Yönetmen: Federico Fellini

Oyuncular: Marcello Mastroianni, Anouk Aimée, Claudia Cardinale…

Federıco Fellini ‘La Dolce Vita’ filmi ile ülkesinde ve yurt dışında çok büyük üne kavuşur ve birçok ödül kazanır. Bu durum Fellini’ye çok büyük rahatlık, para ve özgürlük sağlar. Bu refah içerisinde bir sonraki Sekiz Buçuk filmini çeker. Tüm filmleri kendinden izler taşısa da Sekiz Buçuk tam olarak Fellini’nin kendisidir. Özellikle çocukluğuna bir saygı duruşu niteliğindeki bu film yeni filmini çekme hazırlığında olan bir yönetmenin üretememe sancılarını anlatır. Fellini son filminde büyük başarı elde edince diğer birçok sanatçının yaşadığı onun kadar iyisini ya da ondan iyisini bir daha yapamayacağına dair korkularla baş başa kalır. Bu sancılarını perdeye aktarmaya karar veren Fellini filmde bir türlü tamamlanamayan yapıma atfen de adını Sekiz Buçuk koyar. İşte bu bir türlü dokuz olamayan film Fellini’nin faşizm ve Katoliklik ile derdini ortaya koyduğu ama en önemlisi annesi de dâhil olmak üzere kadınlarla kurduğu hayal dünyasının perdedeki yansıması olur.

Film geleneksel sinemanın hiçbir emaresini uygulamaz. Her ne kadar doğrusal ilerleyen bir kurgusu olsa da gerçek hayat ile rüyalar birbirine girdiği için takip etmesi kimi zaman oldukça zor olur. Sekiz Buçuk ilk izlenildiğinde pek bir şey anlaşılmayan, yer yer izleyenin sıkıldığı ama sonraki izleme deneyimlerinde hakkı verilecek filmlerden. İzlendikçe bir kere daha izlemek istenilen, her defasında daha büyük zevk alınabilecek deneyimlerden. Zaten Fellini ne filmlerini anlaşılmasını ister ne de seyirci olarak özdeşlik kurmamızı. Elinden geldiği kadar seyirciyi filme yabancılaştırmaya çalışır; sesli film teknolojisi başlamasına rağmen ısrarla filmlerini dublajlı-dudak hareketleri ile ses uyumlu değildir- çeker, ortam sesini neredeyse hiç kullanmaz. Ayrıca filmlerinde en çok imge kullanan yönetmenlerden de biridir.

Fellini’nin kendisinin bir yansıması olarak yarattığı Guido karakteri aracılığıyla tabiri caizse duygusal stripriz yapıyor.  Zira Fellini konuşmak istiyor. Bunu Guido’ya söylettiği ‘Söylemek istediğim bir şey yok, ama yine de konuşmak istiyorum’ sözlerini söyletmesinden de anlıyoruz. Kendi iç dünyasını bize tüm samimiyetiyle aktaran Fellini’nin bu filmi yıllar boyunca eskimeyen bir klasik olarak kalacaktır.

4) Chaplin - 1992

Yönetmen: Richard Attenborough

Oyuncular: Robert Downey Jr., Geraldine Chaplin, Paul Rhys…

Chaplin gibi bir büyük ustanın hayatına odaklanan film, yönetmenin hayatının tüm dönemeçlerini yakından takip ediyor. Charlie, gösterilerine çıktığı bir vodvil grubu ile çeşitli turnelere katılarak hayatını kazanmaktadır. Annesi Hannah'ın da yer aldığı bu grupla birlikte gittikleri bir Amerika turnesinde Mack Sennett tarafından keşfedilince dünyaca ünlü olmasını sağlayacak sessiz sinema sektörüne ilk adımını atmış olur.

Şorlo rolü ile dünya çapında bir ünün sahibi iken özel hayatındaki çalkantılar, her geçen gün daha çok yıpranmasına neden olmaktadır. Bir yandan da Amerika'daki politik atmosferin iyice kızışması ve Hollywood'daki konümist avı nedeni ile ABD'ye girişinin engellenmesi, hayatındaki zorlukları pekiştirecektir. Chaplin'in Britanya'da fakir bir ailede başlayan çocukluğundan, ölümünden dört sene öncesine kadarki süreci anlatan film, Robert Downey Jr.'ın muhteşem oyunu ile başarılı biyografiler arasına yazılıyor. Chaplin'in annesi Hannah'ı, Chaplin'in öz kızı Geraldine Chaplin'in canlandırıyor.

5) Le Redoutable – 2017

Yönetmen: Michel Hazanavicius

Oyuncular: Louis Garrel, Stacy Martin, Bérénice Bejo…

Hazanavicius, Godard’ın Anne Wiazemsky ile evli olduğu ve ona deliler gibi âşık olduğu ama aynı zamanda da Godard’ın sürecin politik ortamından en çok etkilendiği yılları mercek altına almakta filmde. Buradan da anlaşılacağı gibi film, Godard’ın yönetmenlik kariyerine, sinema ile olan ilişkisine odaklanmıyor pek. Hazanavicius, çok mantıklı bir hamle ile Yeni Dalga’nın öncülerinden olan Godard’ın sinemasını anlatmak için bir Yeni Dalga filmi yapmayı tercih ediyor. Böylece kısıtlı bir zaman sürecinde Godard’ın en önemli, en çok kelam edilmesi gereken yanını filminin kendisiyle anlatarak çok daha etkili bir şekilde hem de bire bir göstermiş oluyor.

Kameraya dönüp konuşan karakterler, Fransa bayrağının renklerinin (mavi, kırmızı, beyaz) filmi ele geçirişi, her duvara ya da yola yazılan yazılar, zaman zaman kesilen ya da yükselen ortam sesleri, kimi zaman diyaloğun gereğinden fazla çıkan ortam sesi nedeniyle hiç duyulmaması, hınzır kamera kullanımı ve daha niceleri… Hazanavicius, Godard’ın seyirciyi filmine yabancılaştırma adına yaptığı tüm hınzırlıklarını filmine yerleştirmekten asla çekinmiyor. Üstelik bu konuda elini korkak alıştırmadığı gibi yer yer abartmakta da sakınca görmüyor. Üstelik Hazanavicius, adeta kırk yıllık bir Yeni Dalga yönetmeniymişçesine başarıyla kotarıyor tüm bunları. Bir Godard filmi içinde Godard filmi olarak tarif etmenin de mümkün olduğu Le Redoutable, Yeni Dalga’dan bıkmayan ve nostalji hissinden haz alan seyirciyi tam anlamıyla ele geçiriyor.

6) Eisenstein in Guanajuato – 2015

Yönetmen: Peter Greenaway

Oyuncular: Elmer Bäck, Luis Alberti, Maya Zapata…

Greenaway’ın Federico Fellini’ye saygı duruşunda bulunduğu 8 1/2 kadin’dan yıllar sonra çektiği, bu kez avangard sinemanın en önemli temsilcilerinden, entelektüel montajın mucidi, sinemanın ölümsüz isimlerinden Sergei Eisenstein’a odaklanan filmi var karşımızda. Eisenstein in Guanajuato, ilk etapda sanılacağı gibi Eisenstein’in sinemacı kimliğine, filmlerine, yönetmenlik kariyerine odaklanan bir film değil. Bu film, Eisenstein’in Meksika’da geçirdiği on ay gibi bir süreç üzerinden, onun çok da bilinmeyen ama esas onu var eden özel hayatını perdeye taşımakta daha çok. Bu filmle sinema tarihine damgasını vurmuş, sinema tarihinin mihenk taşlarından olan Bronenosets Potyomkin, October, Grev gibi filmlerin arkasındaki mimarın, yönetmenlik yapmadığı zamanlarda nasıl yaşadığına, filmlerini izleyerek anlayamayacağımız karakter yapısına, ruh haline bizleri şahit eden, bana kalırsa sırf bu sebeple de çok daha önemli bir şey yapıyor Greenaway.

Siyah-beyaz fotoğraflardaki, kabarık saçları ve ciddi duruşuyla hafızalarımıza kazınan Eisenstein’in, hiç tahmin edemeyeceğiniz bir enerjiye sahip olduğunu, kabına sığmaz ama aynı zamanda da bir o kadar çekingen bambaşka bir adam vardır karşımızda. Böylesine renkli bir kişiliğin bir de yatak odasına girdiğimizi düşünün. Hem de öyle köşeden, bucaktan, kapı arkasından değil. Oldukça teşhirci bir yere konumlandırır Greenaway biz seyircileri. Öyle ki Eisenstein’in eşcinsel kimliğiyle ilk kez bekâretini kaybetmesini ve sonraki günlerde de aşkıyla yaptıkları derin muhabbeti, yatak odasının her bir noktasından (cam taban da dâhil olmak üzere) izlememiz, filmi elbette fazlasıyla pornografik bir düzeye taşımaktadır.

Greenaway’ın çerçeve kullanma konusunda, kendi sınırlarının da ötesine geçtiği bir film ile karşı karşıya olduğumuzu söylemem gerek. Zira Greenaway, ekranı artık istediği sayıda çerçeveye ayırmakta, istediği gibi çerçeve olgusuyla oynamaktadır. Bu da yetmezmiş gibi ekrana yerleştirdiği yan çerçevelerin içine gördüğümüz kişilerin gerçek portrelerini koyarak yine temsil ile gerçeğin çarpıcı birlikteliğine değinmekten kendini alamaz. Farklı lens kullanımları, 360 derece dönen kamerası, her filminde olduğu gibi renklerin tarif edilemez rolü gibi saymakla bitmeyecek meziyetlerle yine karşımızda bir Greenaway harikası durmaktadır.

7) Ed Wood – 1994

Yönetmen: Tim Burton

Oyuncular: Johnny Depp, Martin Landau, Sarah Jessica Parker…

1960 ve 70'lerde yaptığı filmleri geniş çevrelerce yerden yere vurulmuş Ed Wood'un hikâyesini anlatıyor bu yapımda Tim Burton. Yaptığı filmler sevilmese de, izlenmese de hala film çekmeye devam eden Ed Wood'un zor çalışma koşulları ve yaşadığı trajikomik olaylar bu yönetmenle ilgili genel kanının hatırı sayılır düzeyde değişmesine neden olmuş.

Ed Wood'u tanımak üstelik Burton gibi bir göz aracılığıyla tanımak muhteşem bir deneyim olsa gerek.

8) An American Rhapsody – 2001

Yönetmen: Éva Gárdos

Oyuncular: Nastassja Kinski, Scarlett Johansson, Raffaella Bánsági…

Baskıcı Macar rejiminden kaçarken kızlarını (Suzanne) feda eden bir çiftin öyküsü anlatılır. Suzanne daha sonra köylü bir çift tarafından evlat edinilir. 6 yıl sonra anne ve baba kızlarını Amerika'ya geri götürür ancak Suzanne 15 yaşına geldiğinde Macaristan'a dönerek gerçek kimliğini bulmaya çalışır...

Éva Gárdos'un kendi hayatından yola çıkarak çektiği bu ilk filmi elbette birçok tartışmayı da beraberinde getirmişti. Ne de olsa komünist rejime yaptığı itham kimi çevrelerce asla kabul edilemezdi.

9) All That Jazz – 1979

Yönetmen: Bob Fosse

Oyuncular: Roy Scheider, Jessica Lange, Leland Palmer…

Joe Gideon müzikal tiyatroların en başarılı isimlerinden biridir, hatta koreografların zirvesindedir. Fakat bu başarı ona bir türlü mutluluk getirmez, çünkü tüm zamanını ve benliğini işine verdiğinden özel hayatını ihmal etmektedir. Gitgide ilaçlara bağlı yaşamaya başlar. Eski karısı, sevgilisi ve kızıyla olan ilişkilerini yoluna koymaya çalışırken, kaybettiği sağlığını da geri kazanmaya çalışır. Bir süre sonra ciddi bir yol ayrımında ve seçim yapmak zorunda kalır: ya sanatını sürdürecektir ya da hayatını...

Bob Fosse'nin yarı otobiyografi olan bu filmi, şov dünyasının ve şaşanın bir sanatçının hayatını nasıl derinden etkilediğini gösteren, başarılı bir yapım.

10) La nuit américaine – 1973

Yönetmen: François Truffaut

Oyuncular: Jacqueline Bisset, Jean-Pierre Léaud, François Truffaut…

"Je vous presente Pamela" filminin çekimleri başlar. Filmde, evli bir İngiliz kadının kocasının babasına aşık oluşu ve onunla kaçışı anlatılmaktadır. Filmle birlikte çekime, insanların setteki davranışları (teknik ekip de dahil) ve özel hayatlarının bir kısmı da alınır.

"Pamela'yı Takdim Edebilir miyim?" adlı filmin çekimleri sırasında yaşanan acı-tatlı olayları beyaz perdeye taşıyan hikâye, François Truffaut'nun, sinemaya ve sinemacılara bir saygı duruşu adeta. Film içindeki filmin yönetmenini Truffaut'nun bizzat kendisinin canlandırdığı yapım, En İyi Yabancı Film Oscar'ını alan, üç dalda (yönetmen, özgün senaryo, yardımcı kadın oyuncu-Valentina Cortese) daha ödüle aday gösterilen ve en çok Anglosakson sinemaseverlerden ilgi gören Amerikan Gecesi, gülümseyen bakış açısını her daim koruyan bir film.