03.10.2017
16. Filmekimi Günlükleri – 4
Good Time
Good Time, başladığı andan itibaren odağını yitirmeyen ve böylelikle sizin de ilginizi başka yöne kaydırmanıza izin vermeyen, çok kontrollü bir film. Kontrollü olması yönetmen Safdie Kardeşlerin yetkinliğinden kaynaklanıyor. Hikâyede karakter için işler yolundan çıksa da filmde hiçbir şekilde kontrolden çıkmıyor.
Seçil TOPRAK
Safdie kardeşlerin yönettiği Good Time, şimdiye kadar Filmekimi’nde izlediğim en iyi film sanırım. Robert Pattinson’un oyunculuk konusunda kendini aştığını gördüm. Robert Pattison’un oyunculuk anlamında iyi bir başarı yakalamış en sonunda. Filmin aksiyonlu hali oldukça akıcı bir şekilde işlenirken karakterler ve müzik birbiriyle uyumlu bir şekilde hareket ediyor. Filmin müziklerine hayran kaldım. Her sahnenin kendine ait bir dokusu vardı filmde. Bu doku leziz müziklerle desteklenmiş. Filmin konuyu, oyunculuklar, sinematografi, renk ve mekân kullanımı şahaneydi. Senaryo zaman zaman sarksa da kendini toparlamayı başarıyor Robert’in oyunculuğu sayesinde. Filmi izledikten sonra uzun süre ekrana bakakaldım. Çünkü bu kadar iyi bir filmle karşılaşacağımı bilmiyordum. Good Time filmiyle Safidie kardeşler sıradan bir konuyu muazzam bir şekilde yansıtmışlar beyaz perdeye. Olur da bir yerde denk gelirseniz mutlaka izlemenizi öneririm.
Mert YILDIRIM
Lover For a Day
Günübirlik Sevgili, kendini 60’lar sineması içinde düşünebilir ancak o dönemin Fransız sinemasının kalitesine yaklaşamıyor. Birer karikatür gibi resmettiği ilişkiler ve kadın/erkekler içi boş bırakıldığından hikâye çok zayıf kalmış. Süresi kısa olduğu için belki sıkılmadan izlenebilir ancak neden izleneceğine dair tatmin edici bir sebep yok.
Seçil TOPRAK
The Beguiled
Sofia Coppola’ya Cannes’ta en iyi yönetmen ödülünü kazandıran The Beguiled filmi pek beklentilerimi karşılamadı açıkçası. Gerek konunun yapaylığı gerekse karakterlerin sıradanlığı beni filmi izlemeye ikna etmedi. Oldukça demode bir konuyu işleyen Coppola’nın yenilikçi yönünü göremiyoruz bu filmde. Dış mekan çekimleri konusunda başarı yakalayan Coppola, aynı başarıyı senaryoda gösteremiyor ne yazık ki. Dönem filminin ikna edici özelliği bu filmde kendini belli edemiyor. Filmi izlerken kendimi o dönemin içinde hissedemedim. Dolayısıyla film benim için yeterli değildi. Ayrıca filmin tahmin edilebilir bir sonla bitmesi Coppola’nın filmdeki hikâyeyi basite indirgediğini gösteriyor. Dönem filmi açısından zayıf bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün. Bu filme neden en iyi yönetmen ödülü verildiğine anlam veremiyorum açıkçası. Nereden baksanız sıradan ve klişe bir yapım.
Mert YILDIRIM
Gemini
Doksanlı yılların gerilim filmlerini yeniden uyandırmak isteyen sinemacılar gün geçmiyor ki yeni bir filmle ortaya çıkmıyor. Gemini de tam böyle bir film diyebiliriz. Bir oyuncu ve asistanı arasındaki lezbiyen cinsel gerilimle başlayan film, bir cinayet yüzünden aniden suç filmine dönüşüyor. Neon ışıkların hüküm sürdüğü bir sinematografide, merak tohumları etrafa serpiştirilerek katilin kim olduğu oyununu oynuyoruz. Ancak film sonlara doğru ani bir düşüşe geçiyor ve senaryo infilak ediyor. Bir anda izlediğimiz her kare yüzünden pişman oluyoruz. Yapay oyunculuklara bile katlandığımız filmin ilk bölümüne sevimsiz bir bakış atıyoruz.
Haktan Kaan İÇEL
Happy End
Haneke yine burjavazi düzene kamerasını yöneltirken bu sefer dingin sularda seyretmeyi tercih ediyor. Değişen dünyanın modern teknolojik oyuncaklarını da işin içine katıyor bu sefer… Sonuçta bu oyuncakların en çok müptelası olan kişilerin çoğu zenginler değil mi? Ancak seyirci bu sefer şaşkınlığını gizleyemiyor. Çünkü Haneke bildiğimiz keskin tavrından öte izlemeyi tercih ediyor. Bu da filmin her dakika düşüşüne neden oluyor. Son on dakika Haneke tempoyu arttırsa da ne yazık ki filmi kurtarmayı başarmıyor. Haneke yine Haneke… Yine twistlerini esirgemiyor. Hatta öyle ki filmin sonuna kadar dayanabildiyseniz, filmi tek sahne ile anlamlandırmayı başarıyor. Ama bu kadar önemli bir yönetmene göre çok yakıştırılamayan bir film ortaya çıkıyor. Çünkü Haneke her zaman zirveye oynamayı seven bir yönetmen olarak akıllarda yer ediniyor.
Haktan Kaan İÇEL
England is Mine
Morrisey’in müzik kariyerinin başlarında keşfetmeye hevesli yeni yetme bir genç olduğunu düşünün. Kibrini sessizliğinin içine saklıyor ve yaratım sürecindeki sancılarını dünyaya açmaya çalışıyor. Ancak bazen zaman alır. Morrisey de buna katlanamayacak kadar kırılgan bir genç… Varolmanın ağırlığını filmin genel atmosferine yayan yönetmen Mark Gill, bir müzik ya da sanatçı filmi yapmaktansa, bir sanatçının bildiğimiz kişi olmadan önceki saf ve ürkek halini sinemaya yansıtmaya çalışıyor. Böylece köklerine ziyaret ettiğimiz Morrisey zeki ve kendine has bir karakter olmasına rağmen son derece sıradan bir şekilde England is Mine’a yansıyor. Dreaming London olsa filmin adı belki daha uygun bir isim olabilirmiş. Seyirci gerçek bir yıldızın “yıldız” halini arzularsa bu filmi izlerken büyük hayal kırıklığına uğrayabilir. Bunun yerine sürükleyici kurgunun içinde kendini bırakması en uygunu olur. Senaryonun bir kısır döngü içine hapsolması da filmin en büyük sıkıntısı olarak değerlendirilebilir.
Haktan Kaan İÇEL
The Summit
Politika ve gerilimi iyi harmanlayan Zirve / The Summit, Ricardo Darin başta olmak üzere adeta Güney Amerika yıldızlar kadrosu gibi bir kasta sahip bulunuyor. Hatta bu ekibe bir de Christian Slater eklendiğinde bu filmin klasik bir gişe filmi olmasıyla tam bir gişe canavarı olması olasıdır diye düşünmeden edemiyorsunuz. Üst düzey oyuncuların başlı başına gövde gösterisi yaptığı filmde, iyi oyunculukların vasat bir senaryonun içinde boğulduğunu görüyoruz. Ana konuyu unutturmak amaçlı yapılan yan hikâyenin ucuz bir oyuna dönüşmesi sonucunda film ivme kaybediyor. Buna rağmen başarılı bir şekilde kurulan atmosfer ve politik pazarlıklar filmin albenisi olarak akıllarda kalıyor. Günümüzde o kadar başarılı politik diziler yapılıyor ki, belki sinemada daha iyisini yapmak için senaristlerin biraz kendini zorlaması gerekiyor. Buna rağmen gözden kaçan fena bir film olmadığını notlara eklemek gerekiyor.