20.02.2018
17. !f Bağımsız Filmler Festivali Günlükleri – 5
Mudbound
İlk uzun metraj filmi Pariah’tan sonra Mudbound ile çıtayı yükselterek yoluna devam ediyor yönetmen Dee Ress. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Amerika topraklarında geçen bir hikâye ile karşımıza gelen Ress, köleliğin kalkmasıyla çok da bir şeylerin değişmediğine, ırkçılığın tek tek bireylerin kafasında var olan bir şey olduğuna dikkat çekiyor. Savaşı sadece radyoda duyduklarıyla bilen yerli halkın karşısına, gerçekten cephede omuz omuza savaşmış beyaz ve siyah iki genci koyuyor yönetmen. Savaşı, hayatın anlamını, dostluğu çok daha derinlemesine yaşamış bu iki yaralı genç, yaşadıkları kasabada hiç hoş görülmeyecek olduğunu bilseler de dost olurlar. Zira onları birbirlerinden daha iyi kimse anlayamaz. Lakin bu dostluk onlara çok ağır sonuçlara mal olacaktır.
Yer yer şiddet anlamında dozunu fazlaca arttıran Mudbound, oyunculuk performansları, senaryonun titizliği ile de göz doldururken en büyük başarısına ise görüntü yönetimi ile nail oluyor.
Tuba BÜDÜŞ
Irkçılık üzerine yapılan filmlerin çoğu birbirinin kopyası olurken birkaç senede bir özgün kalmayı başarabilen örnekleri de karşımıza çıkıyor. Mudbound da bu yılın nadide örneği. İki aile ve etrafındaki insanlar üzerinden ilerleyen hikâye özellikle görüntü yönetimiyle ön planda. Bu anlamda ilk kadın Oscar adaylığının geldiğini de hatırlatalım. Filme öylesine güç veriyor ki görüntüler ve kadrajlar konu itibarıyla keyif almasanız bile görsel açıdan doyuma ulaşabiliyorsunuz. Filmin kimisine keyifli gelecek tek handikapı ise dış ses kullanımı. Çok fazla kullanılan bu yöntem tarzı sevmeyene konsantrasyon eksikliği yaşatacaktır.
Onur KIRŞAVOĞLU
Sevmek Zamanı
Erksan’ın doğu kültürü ile batı tarzını buluşturduğu bu film, ülkemizde değeri çok sonra bilinmiş eserlerden biri olarak çıkar karşımıza. Zira Sevmek Zamanı, çekildiği zaman gösterime girememiş ve uzunca bir süre unutulmuştur. Neyse ki zamanla yapılan yanlış anlaşılır ve filmin hakkı ilerleyen yıllarda fazlasıyla verilir. Tıpkı !f’te tekrar perdede izleme şansı bulması gibi. Boyacılık yaptığı evde duvarda asılı fotoğrafa âşık olan Halil ile fotoğraftakinin gerçeği Meral’in hikâyesi Sevmek Zamanı’nın omurgasını oluşturur. Lakin o dönemki Yeşilçam klasiklerinden çok farklı bir hikâye karşılar bizi. Halil, hayata dair büyük hayalleri olmayan, bir surete olan aşkıyla bile mutlu olabilecek bir karakterdir. Yine Yeşilçam’ın klişelerinden uzak, uzun ve manalı diyaloglar doldurur filmin her bir karesini. En önemlisi ise genel geçer seyircinin hiç de hoşlanmadığı mutsuz bir sona sahip olmayı tercih etmiştir filmimiz. Büyük Ada’yı kendine mesken belleyen film, yağmurlu ve kasvetli atmosferiyle de yine farklılığını ortaya koyar. Tüm bunlara rağmen işlediği konu olarak tam da bizden olmayı da bilerek tabiri caizse doğu ile batıyı dansa kaldırır Erksan.
Gerçek aşkın ne olduğuna dair önemli bir belge niteliğindeki Sevmek Zamanı, sınıf farkını da didaktik olmadan eleştirebilen belki de en muhteşem filmdir. Kült mertebesine eriştiği inkâr edilemeyecek bu başyapıtla tanışmamış olmayın derim.
Tuba BÜDÜŞ
The Death of Stalin
Fabien Nury ve Thierry Robin’in çizgi romanından perdeye uyarlanan The Death of Stalin, politik bir hiciv. İngiliz filmi olan The Death of Stalin, İngilizce dilinde olduğu için en başta daha puan kaybediyor. Onun dışında her ne kadar bir politik hiciv olsa da birçok kesimin tepkisini alması da muhtemel. Zira Stalin’i tam bir diktatör ve etrafındakileri de kan emici, yalaka, mesnetsiz insanlar olarak göstermesi hâlâ Stalin’i kutsalı olarak gören bir kesim için yenilir yutulur cinsten şeyler değil elbette. Keza Stalin’i en çok kutsayan iktidarlardan olan Putin Rusyasının filmin gösterimini ülkede ertelemesi oldukça taze bir gelişme. Yakında tamamen yasaklanması da gündem de olan filmin ülkede yasadışı birkaç gösterimi yapıldı sadece. Açıkçası her ne kadar Stalin’in diktatörlüğü ya da bir filmin yasaklanmasının hâlâ bir çözüm olduğunun düşünülmesi gibi mevzuların tartışmaya açık olması gerektiğini düşünsem de filmin tek taraflı olduğunu ve bir miktar sınırını aştığını düşünmeden de edemiyorum. Ayrıca filmin bir kara komedi olmasına rağmen neredeyse ben ve salonun geriye kalanının neden hiç gülmediğini de düşünmek gerek.
Son olarak filmin muazzam oyunculuklarını dillendirmemek büyük haksızlık olur. Tüm ekip mükemmel bir oyunculuk dersi veriyor adeta.
Tuba BÜDÜŞ
Phantom Thread
Paul Thomas Anderson’un son filmi Phantom Thread sinema sanatının derinlemesine hissedilmesi için bir nimet. Anderson da tam anlamıyla bir sanatçı. Bir aşk üzerinden anlatılan dokunaklı ve hissiyatı fazlasıyla içten veren hikâyeye sanat yönetimi, kostümler ve müzikler de harika bir şekilde eşlik ediyor. Hal böyle olunca da ortaya festivalin en iyi filmi çıkıyor. Yılın da en iyilerinden olan filmin oyunculuklarına ise diyecek bir şey yok. Daniel Day Lewis özellikle her zamanki gibi muazzam. Phantom Thread aşkın daha önce çok rastlamadığımız bir açıdan anlatısını kusursuz bir biçimde sunuyor.
Onur KIRŞAVOĞLU
The Nile Hilton Incident
Polisiye, kara film ve siyaseti aynı anda potada eritmek. Bunu yaparken de 50’li yılların suç filmlerine göz kırpmak ve Mısır’da Hollywood standartı yakalamak çok kolay değil ama yönetmen Tarik Saleh bunu başarmış. Bir cinayet etrafında tüm bunları kurgulayan Saleh, hikâyeyi de acele etmeden sindire sindire örüyor. Başroldeki Fares Fares’in Humprey Bogarte tarzı stilize oyunu da bu anlamda filme büyük güç katıyor. Mısır’ın ortasında bilinen siyasi ortamı da anlatarak film noir yapmak takdire şayan. Gösterimleri devam ediyorsa, bunu sinemada ve festival ortamında deneyimleme fırsatını sakın kaçırmayın.