29.05.2017

VİZYON DIŞI: 25th Hour

New York’a Yakılmış Bir Ağıt

11 Eylül saldırıları kuşkusuz Amerika’nın ve dünyanın seyrini değiştirdi, geçen yıllar içerisinde siyasetten spora, edebiyattan sinemaya kadar birçok alanda bu saldırının ve Amerika’nın bu saldırıya gösterdiği reaksiyonun yarattığı travmanın izlerini gördük. Sinema belki de tüm bu alanlar içerisinde olaylara en hızlı tepki vereniydi, olayın peşi sıra birçok film saldırının kendisini ve Amerika’nın Afganistan- Irak-İran hattında başlattığı karşı saldırıyı anlatmanın peşine düştü. Uzun yıllar sürecek bu anlatının içerisinde, kendisini herhangi bir eserle karşılaştırmanın pek mümkün olmadığı ve bu olayı anlatan tüm filmlerden sahip olduğu eşsiz içsellikle ayrılan, öyle bir film var ki hayran olmamak mümkün değil: 25. Saat.

Spike Lee’nin 25. Saat’i ilk bakışta 11 Eylül saldırılarına dair bir film olarak gözükmese de, özünde 11 Eylül saldırılarına odaklanan ve ana karakteri üzerinden New York’un ve Amerika’nın kendisiyle yüzleşmesini anlatmayı kendine mesel edinen bir film. Monty Brogan’ın (Edward Norton) hapse girmeden önceki son 24 saatine odaklanarak ana karakteri üzerinden koca bir şehrin halet-i ruhiyesini resmeden film, Amerika’nın saldırılar sonrası gireceği Irak bataklığına dair bir eser aynı zamanda.

Monty, hayatını ‘’kolay kazanç’’ üzerine kurmuş, uyuşturucu satıcılığından kazandığı parayla güzel günler geçirmekte olan biridir fakat beklenmedik anda gelen ihbar ile aydınlık karanlığa, mutluluk karamsarlığa bırakmıştır yerini; hapishanede geçecek 7 yıl öncesinde ‘’hayat muhasebesi’’ için sadece 24 saati vardır Monty’nin. Bu muhasebe, Amerika’nın Irak öncesi yaptığı muhasebeden pek farklı değildir, Monty’i bu noktaya getiren ihbarı yapan ile İkiz Kuleler’e çarpan uçakların geldiği yer oldukça benzeşiktir; her ikisi de yıllarca arka çıktıkları, birlikte kirlendikleri kişilerden gelen bir darbeyle diz çökmüştür. Bu darbenin yakından gelmesi, Amerika’da olduğu gibi Monty’de de travma yaratmış, çevresindeki herkese olağan şüpheli gözüyle bakmaya başlamasına neden olmuştur. Güvenin yitimi, her ikisi için de korkunun başlangıcı olmuştur.

Monty, bu hayattaki en yakın iki arkadaşıyla yüzleşir önce, yanlış yolda olduğunu bilen ve kendisini bir kez olsun bile uyarmayan arkadaşlarıyla. Akabinde sıra Monty’nin varlığıyla haraçtan muaf olan barına kendisini gömen babasındadır, genç yaşta ölen Montgomery Clift’e binaen koydukları ismin lanetini kaderine zerk eden babasıyla hesaplaşır. Ve güzeller güzeli Naturelle… Yıllardan beri birlikte olduğu, kendi parasıyla gününü gün eden Naturelle de, en az diğerleri kadar suçludur Monty’nin yıkımında. Girdiği bataklıktan elini uzatıp çekebilecek olmasına rağmen bu duruma göz yuman herkesi sorgular Monty ve bu sorgulamaları, Amerika’nın kendi müttefikleri olan İngiltere, İsrail, Türkiye ya da Suudi Arabistan’a dair kafasında oluşan soru işaretlerinden pek farklı değildir; Monty de Amerika da bir daha eskisi gibi olamayacağını bildiğinden herkese ve her şeye şüpheyle yaklaşır.

25. Saat, Amerika’nın olduğu kadar New York’un da sözcüsüdür; Pakistanlılardan Uzak Doğululara, Müslümanlardan Yahudilere kadar her renkten ve dilden insana ev sahipliği yapan bu şehir, yıllardan beri biriktirdiği sorunlarla kendi kendini boğan bir canavara dönüşmüştür. İçinde biriken nefret ve şiddet nedeniyle her geçen gün dibe doğru yol alan bu şehrin insanları, dışarıdan gelen iki uçağın kalplerinde açtığı onulmaz yarayla baş başa kaldıklarında işin ciddiyetinin farkına varırlar. Nefret ettiği her şeyin aslında vücudunun bir parçası olduğunu görmezden gelen New York’a çözüm yolunu gösteren ise Monty’nin ta kendisidir. Veda anında bir nevi geçit töreni oluşturan tüm o unsurlara sevgi, anlayış ve biraz da özlemle bakan Monty, rüyavari finalde, sevginin nefretten, umudun karamsarlıktan yüce olduğunu gösterir New York’a ve Amerika’ya.

11 Eylül’ün hemen ardından çekilmesine rağmen birkaç asır öteden gelmişçesine olgun bir bakış açısına sahip olan 25. Saat, Spike Lee’nin ağırbaşlı ve isyan ahlakından nasibini almış yönetimiyle de eşine kolay rastlanılmayacak bir film; militarizmi ve düşmanlığı toprağa gömüp insanı, sevgiyi ve umudu yücelten bir 11 Eylül filmi görüp göremeyeceğimiz meçhul olduğundan karanlığa yenildiğimiz her an soluğu Monty’nin yanında alabiliriz gönül rahatlığıyla. Ayrıca New York’u sadece Ferrari ve tangoyla ya da Taksi Şoförü’nün Travis Bickle’ı ile anıyorsanız bir de Monty’nin hikâyesine bakın, eksik olanlar belki de burada yatıyordur.